Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        (UYARI: Yazıdaki bazı yorumlar, “Görünmez Adam” (The Invisible Man) filmindeki olayların gelişimiyle ilgili bazı ipuçları verebilir.)

        İngiliz yazar Herbert George Wells'in 1897 yılında yayımlanan “The Invisible Man” adlı romanı, defalarca uyarlandı sinemaya... Ne var ki, bunların çok azı orijinal esere sadık kaldı. 1933 tarihli Hollywood filmi gibi birkaç istisnayı saymazsak sinemacılar romandaki hikâye örgüsünü tümüyle bir yana bırakıp “görünmezlik” fikrine odaklandı...

        Wells'in romanındaki Griffin, görünmez olmayı başarmış bir bilimadamıdır. Sorunu, yeniden görünür olmayı becerememesidir... Roman, bizi görünmezliğin avantajları ve dezavantajları üzerine düşündürürken Griffin, içinden çıkılması güç bir suç döngüsüne saplanır. Görünmezlik onun için bir tür lanete dönüşür.

        1992 yapımı, John Carpenter'ın yönettiği “Memoirs of a Invisible Man” en sevdiğim Görünmez Adam filmlerinden biridir... H.F. Saint'in romanından uyarlanan film, Wells'in temasını tersine çevirir. Rastlantı eseri görünmez olmuş becerikli ajanın serüvenlerini seyrederken modern dünyada görünmezliğin avantajlarını keşfeder, bireyin toplumdan uzaklaştıkça, görünmez hale geldikçe kurtuluşa yaklaştığına tanık oluruz.

        “Insidious: Chapter 3” ve “Upgrade” ile tanıdığımız Leigh Whannell'in yazıp yönettiği “Görünmez Adam”da (The Invisible Man) fizikçi Adrian Griffin'in de insanlardan uzakta yaşamayı tercih ettiğini ilk sahnede karşımıza çıkan evden anlıyoruz... Whannell'in önceki filmi “Upgrade”de şehir dışında yer altındaki sığınak gibi ultra lüks evde yaşayan Eron Keen diye bir zengin vardı ve geliştirdiği teknolojiyle ortalığı karıştırıyordu... Burada da görünmezliğin sırlarını keşfeden bir deha var. Ama hikâyenin ilerleyen bölümlerinde, toplumdan kaçmaktan ziyade bir kadını elinde tutmak için görünmez olmak istediği kesin...

        Whannel'in hedefi, “görünmezlik fikri” üzerinden gerilim inşa etmekten başka bir şey değil aslında... Daha ilk sahneden itibaren bu işi gerçekten iyi becerdiğini söylemekte yarar var. Film, gecenin karanlığında gerçekleşen bir kaçış sahnesiyle açılıyor. Cecilia Kass (Elisabeth Moss) bir uçurumun tepesinden denize bakan, ultra güvenlik önlemleriyle donanmış, kale gibi büyük bir evden kaçıyor. İlaçla uyuttuğu eşi Adrian Griffin (Oliver Jackson-Cohen) için “görünmez” ve “duyulmaz” olmaya çalışarak yapıyor bunu...

        Griffin'i film boyunca iki üç sahne dışında görmüyoruz. Hikâye daha önceki birçok uyarlamanın aksine Görünmez Adam'ın cephesinden değil, Cecilia'nın bakış açısından anlatılıyor. Griffin ise gücünü görünmezlikten alan bir zorba olarak çıkıyor karşımıza.

        Griffin'in kişiliğini daha iyi “görebilmek” için Cecilia'nın kaçtığı eve bakmak gerekiyor... Özenle inşa edilmiş, ferah ve geniş bir ev olmasına rağmen içinde yaşam enerjisi ve insan sıcaklığı yok. Griffin'in her yanını kontrol ettiği bir mekân ve dolayısıyla, Cecilia için hapishaneden farksız... Kaldı ki, filmin ilerleyen bölümlerinde Griffin'in asıl hedefinin Cecilia'nın tüm hayatını çıkışsız bir hapishaneye çevirmek olduğunu görüyoruz...

        Whannell'in Görünmez Adamı hastalıklı ve marazi olduğu kadar kadın düşmanı bir erkek.. Film boyunca tek bir arzusu var, Cecilia'nın zihnini ve bedenini yeniden kontrol etmek... Bu amacına ulaşmak için Cecilia'yı paranoyak bir akıl hastası gibi göstermeye; onu yalnızlaştırarak toplumdan soyutlamaya çalışıyor.

        Griffin'in bir kadının özgürlüğünü kabul edemeyen tüm erkekleri temsil ettiği; Cecilia'nın da film boyunca “görünmez” erkek egemenliğine ve şiddetine karşı mücadele ettiği söylenebilir. Hatta biraz ileri gidip Whannell'in görünmezliği, erkek egemenliğinin metaforu olarak kullandığı da öne sürülebilir. Ama kendi adıma o kadar ileri gitmekten yana değilim. Çünkü Whannell'in asıl hedefinin her şeyden önce bir gerilim filmi çekmek olduğunu düşünüyorum.

        “Görünmez Adam” özellikle ilk yarısında “Conjuring” ve “Insidious” tarzı filmleri hatırlatan eski usul bir gerilim yakalamayı başarıyor. İkinci yarı ise Griffin'in derdi ve amacı “görünür” oldukça gerilimin dozu düşüyor.

        Bir gerilim filmi olarak beğensem de hikâyesini ciddiye alabildiğimi veya beğendiğimi söylemem pek mümkün değil. Filmi çok severseniz, “dünyanın en iyi ve en zengin fizikçisinin tüm işini gücünü bırakıp bir kadını takıntı haline getirmesi”, “bir erkeğin geliştirdiği görünmezlik teknolojisinin kadın özgürlüğünü tehdit etmek amacıyla kullanılması” gibi hikâyeyi şekillendiren unsurlara, erkek egemen zihniyeti temsil eden metaforlar olarak bakabilirsiniz... Ama karakterlerin psikolojik olarak iyi yazıldıkları söylenemez. Dramdan ziyade korku masallarındaki karakterleri andırıyorlar.

        Aslına bakarsanız Adrian Griffin'in doğru dürüst bir karakter olduğunu öne sürmek bile zor. Korku filmlerinde karşımıza çıkan 13. Cuma'nın Jason Voorhees'i ya da Halloween'in Michael Myers'i gibi saplantılı ve sabit fikirli canileri andırıyor. Cecilia da karakter olarak baktığınızda, kurban olmaktan kurtulmaya çalışan bir kadın olmanın ötesine geçemiyor. Film, gerilim olarak yürüyor ama hikâyenin iç mantığı üzerine biraz düşünmeye başladığınızda iler tutar yeri kalmıyor, her şey dağılıyor... İşte bu yüzden sadece gerilim sevenlere önerebilirim. Hepsi de fragmanda yer alan, gayet iyi çekilmiş en az 3-4 tane gerilim anı var... Ürpertici sahneler ama ismi Görünmez Adam olan bir filmde neler olup bittiğini anlamak pek zor olmadığı için öyle çok korkutucu oldukları söylenemez.

        Son olarak, Elisabeth Moss'un oyunculuğuyla filme önemli bir katkıda bulunduğunu belirtelim.

        6/10

        Diğer Yazılar