Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Jean Seberg deyince çoğu sinemaseverin aklına önce Jean-Luc Godard'ın başyapıtı “Serseri Âşıklar” (Â bout de souffle) gelir... Fransız Yeni Dalga'sının öncü filminin unutulmaz yüzlerinden biridir. Amerikalı üniversite öğrencisi Patricia'yı canlandırdığı 1960 yapımı bu filmden sonra tüm sinemaseverlerin tanıdığı bir yıldız olur...

        Hayatından bir kesit sunan, Benedict Andrews’in yönettiği “Seberg” adlı Amerikan yapımı film, 1968'den 1970'lerin başına uzanan bir dönemi anlatıyor. Tüm dünyada isyan ve devrim rüzgârlarının estiği bir dönem bu... Bir yanda devrimciler, diğer yanda statükoyu korumak isteyenler var. Kristen Stewart'ın canlandırdığı Jean Seberg'in gönlü devrimcilerden yana. Bir film starı olarak onlara maddi ve manevi anlamda her türlü yardıma hazır. Desteklediği örgüt ve kuruluşlar arasında ABD'deki ırk ayrımcılığına karşı devrimci, sert politikalar geliştiren Kara Panterler de var ve bu nedenle, J. Edgar Hoover yönetimindeki FBI'ın hedefindeki isimlerden biri oluyor. O yıllarda FBI, COINTELPRO adı verilen proje kapsamında istediği herkesi izliyor ve dinliyor... Seberg'i de yakın takibe alıyorlar. Nihai amaçları, Seberg'i itibar kaybına uğratarak yıpratmak ve gözünü korkutmak.

        “Seberg” işte tam da bu süreci konu alan bir film. Hikâyenin genel çerçevesi, tarihsel açıdan doğru. Kaldı ki, Seberg üstünde oluşturulan FBI baskısı o yıllarda bilinen bir durum... Burada asıl önemli olan, internette basit bir araştırma yapan herkesin bulup okuyabileceği bu olayların nasıl kurgulanıp anlatıldığı...

        Joe Shrapnel ve Anna Waterhouse'un yazdığı senaryo, 1968 Mayıs'ında öğrenci olaylarının doruk noktasına çıktığı günlerde Paris'te açılıyor. Jean Seberg, dönemin ünlü yazarlarından ve aynı zamanda diplomat olan Romain Gary (Yvan Attal) ile evli. Diego adlı bir oğulları var. Eşi olaylara tanık olmak için Paris'te kalmak istiyor. Seberg ise Hollywood'da katılacağı deneme çekimleri için ABD'ye gidiyor...

        Los Angeles havalimanına iner inmez, uçakta tanıştığı Hakim Jamal'ın (Anthony Mackie) yanında ırkçılık karşıtı siyasi bir açıklamaya destek vermekten çekinmiyor. Seberg'in ırkçılık karşıtı politik tavrı, o yıllarda herkes tarafından biliniyor. Dolayısıyla, FBI'ın her koşulda takibe alacağı biri aslında... Ama filme göre, Seberg'in FBI'ın radarına girmesi, uçakta tanıştığı aktivist Hakim Jamal ile cinsel ilişki kurmasının ardından gerçekleşiyor. Yani, Seberg, herkesçe bilinen fikirlerinden ziyade konformist ahlakı umursamayan yaşam tarzı nedeniyle FBI'ın ilgi alanına girmiş oluyor...

        Paris'te eş ve anne olarak tanıdığımız Seberg'in ABD'de romantik bir ilişki yaşaması ve tam da bu noktada FBI'ın hedefi haline gelmesini fikir olarak sevdiğimi söyleyemem. Ahlakçı yargılara zemin hazırlayan bir akış bu... Benim bildiğim Seberg, öncelikle siyasi fikirleri nedeniyle hedefti. FBI'ın asıl stratejisi, Seberg üzerinden diğer Hollywood yıldızlarına göz dağı vermekti...

        Filme göre ise FBI yönetimi teşkilata yeni katılan Jack Solomon (Jack O’Connell) adlı bir genç bir ajanın ısrarıyla Seberg'i izlemeye alıyor. Solomon, Hakim Jamal'la olan bağlantıyı yakalayınca Seberg'i takip etmek için izin istiyor...

        Jack Solomon, Seberg'le birlikte filmin iki ana karakterinden biri. Genç bir tıp öğrencisiyle (Margaret Qualley) evli. Eşiyle kötü bir ilişkisi yok, birbirlerini seviyorlar ama Jean Seberg'e karşı daha ilk andan belirli bir ilgisi olduğunu hissetmek mümkün.

        Jack Solomon, Seberg'in hayatını yakın takibe alıyor ama bir süre sonra yaptıklarının doğru olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Tam da bu noktada, “Seberg”in senaryosunu yazanların benzer bir ajan karakterinin değişimi üzerine kurulu olan “Başkalarının Hayatı” (The Lives of Others - 2006) filminden esinlendiğini söylemek mümkün. Ama Jack Solomon'un iyi yazılmış bir karakter olduğunu iddia etmek biraz zor. Kaldı ki, Seberg'i takip etmeye başlamadan önce nasıl biri olduğu hakkında fikir sahibi değiliz. Takip sürecinde hissettikleri kuşkusuz doğal ama özellikle son bölümde yaşadığı değişim biraz zorlama... Genç eşinin de iyi işlenmiş anahtar bir karakter olduğu söylenemez. Özetle, Jack Solomon, “Başkalarının Hayatı”ndan transfer edilmiş, yapıştırma bir karakter gibi geldi bana...

        Jean Seberg'in Solomon'a oranla daha iyi yazıldığı söylenebilir. Belli ki film duygusal anlamda Seberg'in yanında. Biz de hep onun yanında hissediyoruz kendimizi ve FBI'ın onun üzerinde oynadığı çirkin oyunlar gerçekten iyi anlatılıyor. Seberg, başlangıçta cesur, kararlı, dirençli bir idealist olarak geliyor karşımıza. Sonra dikkatsizliği ve gözüpekliği nedeniyle “kendini ateşe atan”, akıl sağlığını kaybeden biri olarak çiziliyor... Aradaki psikolojik geçişlerin tatmin edici bir şekilde yansıtıldığını söylemek zor.

        “Ateş” demişken filmin ilk sahnesini de hatırlamak gerekiyor. Seberg, Jeanne D'Arc'ı canlandırdığı, Otto Preminger'in yönettiği 1957 yapımı “Saint Joan” filminin çekimleri sırasında kontrolden çıkan alevlerin arasında kalıyor... Bu ateşe filmin metaforu gözüyle bakabiliriz... Yıllar sonra bu kez genç Jack Solomon'un başlattığı FBI takibinin kontrolden çıkması nedeniyle zarar görüyor...

        Seberg, senaryoda 1960'lı yıllardaki politik atmosferin kurbanı, ateşe atılan bir tür melek gibi çizilmiş... Ama film bunun altını yeterince çizemiyor. O dönemin ruhunu da yeterince iyi anlatamıyor.

        Bir başka sorun da Jean Seberg dışındaki karakterlerin yüzeyselliği... Sözgelimi Vince Vaughn, klişe bir kötü adam karakteriyle geliyor karşımıza. Anthony Mackie ve Yvan Attal'ın da filme çok şey kattığını söylemek zor. Filmin bütün yükünü taşıyan Kristen Stewart ise elinden gelenin en iyisini yapıyor...

        “Seberg” kötü bir film değil. Yönetmen Benedict Andrews görüntü yönetmeni Rachel Morrison'la birlikte temiz, özenli, akıcı bir iş koyuyor ortaya; özellikle gerilim yanını öne çıkarıyor ama bildiğimiz hikâyeye yeni bir hava katamıyor. Sonuçta, insan ruhu üzerine derinleşemeyen, olayların peşine takılmış bir “dökü-drama” seyrettiriyor bize... Yine de FBI'ın, Jean Seberg'i bitirmek için yaptığı çirkinlikleri yeniden hatırlatması itibarıyla kayda değer bir film olduğunu düşünüyorum.

        5.5/10

        Diğer Yazılar