Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Stillwater’, 2007’den sonra başta ABD olmak üzere dünya medyasının yakından takip ettiği ‘Amanda Knox olayı’ndan esinlenen ama çok farklı noktalara doğru gelişen bir film.

        Olayı çok kısaca hatırlatalım: ABD vatandaşı Amanda Knox, İtalya’nın Perugia kentinde 2007’de öldürülen İngiliz öğrenci Meredith Kercher’in katil zanlısı olarak yargılanıp suçlu bulunmuş, 2011’de ise aklanıp beraat etmişti.

        ‘Stillwater’ filminde de benzer bir olay nedeniyle Fransa’nın Marsilya şehrinde 9 yıl hüküm giymiş Allison Baker (Abigail Breslin) adlı Amerikalı bir kız var. Ne var ki, Amanda Knox’un gerçek öyküsüyle karşılaştırdığınızda benzerlikler kadar çok büyük farklılıklar da göze çarpıyor. Projeyi yıllardır zihninde tasarladıktan sonra senaryoyu Marcus Hinchey, Thomas Bidegain ve Noé Debré ile yazan yönetmen Tom McCarthy’nin hedefinin, Amanda Knox olayını sadece bir çıkış noktası olarak kullanıp başka bir yere varmak olduğu kesin.

        Kaldı ki, film kızdan ziyade babasının öyküsüne odaklanıyor. İlk sahnelerde Stillwater, Oklahoma’da yaşayan petrol işçisi Bill Baker’ı (Matt Damon) tanıyoruz. Ama sadece dış görünüşü itibarıyla… Hiç çıkarmadığı beyzbol şapkası, şapkanın üstüne taktığı güneş gözlükleri, donuk ve soğuk ifadesiyle uzun süre duygusal bağ kurmakta zorlandığımız bir karakter Bill Baker. Yönetmen Tom McCarthy, bir söyleşisinde çekimlerden önce Matt Damon ile birlikte Oklahoma’ya gidip petrol işçileriyle görüştüklerini, onlarla vakit geçirdiklerini ve ‘Bill Baker karakteri’ni tüm bu deneyimlerden yola çıkarak filme taşıdıklarını söylüyor. Gerçekten de daha ilk anlardan itibaren Matt Damon’un başta beden dili olmak üzere tüm hali ve tavrıyla Oklahomalı bir işçiye dönüşmüş olduğunu görüyorsunuz. Bir stereotip, yani sosyolojik anlamda belirli bir insan tipini temsil etmesinin ötesinde, az konuşması, duygularını pek belli etmeyen yüzüyle Bill Baker’ın son derece kendine özgü bir karakter olduğunun da altını çizmem gerekiyor.

        REKLAM

        Daha ilk bakışta, bırakın Avrupa’yı, çok iyi tanıyıp bildiği ortamlar dışında hiçbir yere uyum sağlayamayacak biri gibi görünüyor. Kızı da bizden çok farklı düşünmüyor. Yaptıkları görüşmede ondan tek istediği, Fransızca olarak yazdığı mektubu avukatına ulaştırması oluyor. Öyle ki mektubun içeriğinden ona söz etmiyor bile… Aslında her şeyin Bill’in bu mektubun içeriğini öğrenmek istemesiyle başladığı söylenebilir.

        Fransızca bilmeyen Bill Baker’ın Marsilya’da kızını cezaevinde ziyaret etmekten başka çok fazla şey yapamayacağını düşünüyoruz ilk başta. Ama o Marsilya’da kalmaya karar veriyor. Çünkü ne pahasına olursa olsun kızına yardım etmek istiyor.

        Sonuçta, bir inat ve ‘pes etmeme öyküsü’ seyrediyoruz. Ama Tom McCarthy’nin derdi, tam olarak Amerikan usulü bir pes etmeme öyküsü değil. Daha derinlerde, asıl olarak bir değişim öyküsü anlatıyor ve bunu finalde Bill’in ağzından duyduğumuz sözlere kadar seyirciye pek belli etmemeye çalışıyor. Daha doğrusu, hikâyenin akışı içinde başka noktalara odaklanıyoruz.

        Doğup büyüdüğü çevre dışında başka bir yere gidip orada değişen karakterlerle ilgili kuşkusuz çok film seyretmişizdir. Sonuçta, ‘Stillwater’ onlardan biri… Ne var ki, burada değişim kadar düzgün bir insan olma ve uyum sağlama çabası da var. Bill, Marsilya’da kızı için kalıyor ama orada tanıştığı Virginie (Camille Cottin) ve kızı Maya (Lilou Siauvaud) için de elinden geleni yapmaya çalışıyor. Duygularını dile dökemeyen, kendini ifade edemeyen Bill için insanlara yardım etmek, onlar için elinden geleni yapmak bir tür ‘sevgi dili’ ya da var olma çabası gibi aslında… McCarthy ve Damon’un birlikte çok iyi yakaladıkları bir nüans bu…

        Bill öz kızı Allison ile yaşayamadığı baba – kız ilişkisini Maya ile yaşıyor. Virginie ile de daha önce yaşamadığı türde bir ilişki içinde olduğu kesin. Özetle, onu Marsilya değil, başkalarına yardım etme, işe yarama arzusu değiştiriyor. Belki avukata götürdüğü mektupta öz kızının kendisi için kullandığı o olumsuz ifade etkiliyor onu. O ifadeden görüşmelerinde söz etmeyip içine atması, kızına belirli ölçülerde hak verdiğinin bir kanıtı aslında. Öte yandan, zor durumdaki kızı Allison’un tek şansının kendisi olduğunu düşünüyor ve babalık görevini yerine getirmek istiyor.

        Kızının sözünü ettiği Akim adlı genci bulmak için çabalarken tekinsiz Fransız varoşlarında racon kesenlerin hakkından gelebilen Amerikalı aksiyon kahraman olamıyor. Tam tersine, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor ve Allison’u daha çok kızdırıyor ama yine de pes etmiyor. Amatör dedektiflikten vazgeçse de Marsilya’da kızının yanında kalmaktan vazgeçmiyor.

        Sonunda, McCarthy’nin Arjantin filmi ‘Gözlerindeki Sır’ filmine selam gönderdiği bir futbol maçı sahnesinde, Bill hedefine ulaşıyor… Ama o noktadan sonra film, Bill Baker’ın yaptığı her şeyin anlamını sorgulamak zorunda kaldığı bir yere doğru ilerliyor. Bir yanıyla mutlu son. Çünkü Bill, başlangıçta önüne koymuş olduğu hedefe ulaşıyor. Öte yandan, her şey bittiğinde kaybettiklerini düşündüğünde hiç de mutlu son değil.

        ‘Stillwater’, bildik formüller ve tanıdık öykü formatlarını akla getiren ama sonuçta farklı noktalara ulaşan bir film. Öte yandan, McCathy’nin en başından itibaren sorumluluk duygusu üzerine bir film yaptığını düşünmek mümkün. Çünkü Bill kızının sorumluluğunu alıyor ama finale doğru üstünde artık başka bir sorumluluk olduğunu görüyor. Öte yandan, her şey bittiğinde hayal kırıklığına uğrattığı başka insanlar da var. Benzer öyküleri anlatan çoğu Hollywood filminde ana karakter çabalarının karşılığını aldığında bir tür katharsis yaşarız. Burada ise tersi duygular bekliyor bizi…

        Daha çok ‘Spotlight’ ile tanınan Tom McCarthy, sadece hikâyenin gerektirdiği anlatıma odaklanan, fazlalıklardan kaçınan bir yönetmen. ‘Stillwater’da ana karakteri Bill’in peşine takılan ve her şeyi onunla birlikte keşfeden hareketli bir kamera kullanıyor. Hikâyenin verdiği imkanlara rağmen gereksiz aksiyon ve gerilim sahnelerine girmiyor. Baştan sona, aynı sakin tempoda götürüyor filmi. Amerikalı McCarthy’nin, Marsilya’yı bir turist gibi anlatmaması, filmin görsel dünyasını karakterlerin yaşadığı çevreler ve Bill’in dolaştığı banliyölerle sınırlı tutması filmin lehine çalışıyor. Hikâyeyi daha gerçekçi kılıyor. Bu arada, baba ve kızın farklı günlerde tek başlarına aynı yerden denize girdiği sahneler Akdeniz’in varlığı dışında hem karakterler hem bizim için filmin ferahladığı anları işaret ediyor.

        Matt Damon kadar Abigail Breslin de çok iyi. Breslin, sade ve abartısız bir tarzda karakterin yaşadığı tüm o yoğun duyguları yansıtmasını biliyor. ‘Menajerimi Ara’ (Dix pour cent) adlı televizyon dizisinden tanıyabileceğiniz Camille Cotin başta olmak üzere Fransız oyuncu kadrosu da çok iyi iş çıkarıyor.

        Dünya prömiyerini geçtiğimiz yaz Cannes Film Festivali’nde yapan ‘Stillwater’ haftanın en iyi filmlerinden biri.

        7/10

        Diğer Yazılar