Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Beyazperdede gençlere seslenen yeni bir seri başlıyor. James Dashner’in romanından sinemaya uyarlanan “Labirent: Ölümcül Kaçış” (The Maze Runner) bir labirentin orta yerinde yaşayan ve geçmişlerini hiç hatırlamayan bir grup gencin gizemli serüvenini anlatıyor

        ALACAKARANLIK ile Açlık Oyunları serilerinin gişe başarılarının ardından Hollywood, genç okurlara seslenen fantastik ve bilimkurgu türünde seri romanlara ilgi göstermeyi sürdürüyor. Geçtiğimiz nisanda gösterime giren “Uyumsuz”un (Divergent) peşinden şimdi de Labirent serisi start alıyor. “Labirent: Ölümcül Kaçış”, James Dashner’in ilkini 2007’de yayımladığı “The Maze Runner” adlı romanından sinemaya uyarlanmış. Filmin hikâye kurgusu bir “striptiz”i andırıyor. Ormana çıkan yeraltı asansörünün, hafızaları yok edilmiş gençlerin, örümcek benzeri yaratıkların, Thomas’ın rüyalarının ve labirentin ardındaki o “büyük sır” yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Finalde ise aslında çok az şey gördüğümüzü, hikâyenin daha yeni başladığını anlıyoruz.

        O finalden sonra meselenin nereye doğru gideceğini kestirmek zor ama ilk film itibarıyla gençlerin büyüme sorunlarını temel alan, sembollerle dolu bir öykü seyrettiğimizi düşünüyorum. Asansör bir anlamda dünyaya gelişi simgeliyor. Thomas (Dylan O’Brien) bebek olarak değil de, ergen bir genç olarak “doğuyor”. Rüyalarında gördüğü belli belirsiz anılar dışında sıfır hafızaya sahip. Bunlar da bebeğin ana karnından hatırladıklarını andırıyor. Dünyaya geldiğinde kurulu bir düzenin ortasında buluyor kendini. Ondan diğerleri gibi yaşaması, bütün kurallara uyması, labirentteki yaratıklardan korkması ve sistemi kabullenmesi isteniyor. Ama Thomas statükoya meydan okuyor. Korkularının üzerine gidiyor ve sonuna kadar pes etmeden, bir kaçış yolu arıyor.

        SADECE AKSİYON VE HIZ VAR

        Ana fikir, gençlerin hiçbir şeyi sorgulamadan, hayatı kendilerine dayatıldığı gibi kabul etmemeleri gerektiği... Ormanlık alanın çevresinde yükselen büyük duvarlar, okul duvarlarını hatırlatıyor. Duvarın ardındaki labirent ise gençlerin bilmediği gerçek hayatı... Gençlerin bir bölümü gerçek hayattan korkarak kendi dünyalarından çıkmayı, yani büyümeyi reddederken, Thomas labirentin içine girmeyi, oradan gerçeğe ulaşmayı; yani korkuları yenerek, zorlukları göze alarak büyümeyi öneriyor. Hikâye, ünlü bilimkurgu dizisi “Lost”un ilk sezonunu da hatırlatıyor. Orada kazazedeler, adayı tanımaya çalışırken kendi korkularıyla yüzleşiyorlardı. Kuşkusuz “Lost” bir TV dizisinin imkânlarını kullanarak adayla karakterler arasındaki psikolojik ilişkinin keşfine çıkabiliyordu. Burada sadece aksiyon ve hız var.

        GİZEMLİ MACERA ARAYANLARA

        Yönetmen Wes Ball, ilk uzun filminde heyecan ve gerilimi yukarıda tutmak için elinden geleni yapmış. Ama filme nefes aldırmayı, seyirciyi olaylar üzerine düşündürmeyi unutmuş. Aksiyon merakı, öykünün ilginç yanlarını törpülüyor, bazı noktaları anlaşılmaz kılıyor. Özellikle finale doğru birçok sorunun cevabı gereksiz bir hızla veriliyor. Oysa filmin biraz sükûnete ihtiyacı var... Bir başka sorun da filmin gerçek bir finalden yoksun olması. Bir bütünlük taşıyor taşımasına ama seyirciyi daha da çok merakta bırakacak sorularla bitiyor. Sonuç olarak, gençlik filmlerinden ve gizemli maceralardan hoşlananlara önerilir.

        Filmin notu:6

        Nick Cave sevenlere

        IAIN Forsyth ve Jane Pollard’ın birlikte yazıp yönettiği “Dünyada 20.000 Gün” (20.000 Days on Earth) Avustralyalı ünlü rock müzisyeni Nick Cave’in hayatının 20 bininci gününü anlatma iddiasıyla yola çıkıyor. Aslında anlatılanın tek bir gün olduğunu söylemek mümkün değil. Ama film Nick Cave ile birlikte her şeye bir “şimdiki zaman” perspektifinden bakıyor... Nick Cave, çocukluğundan gençliğine, müzikteki ilk yıllarından bugünkü çalışmalarına uzanan geniş bir yelpazede kendiyle ilgili mütevazı, samimi şeyler anlatıyor; sizi de kendiyle birlikte düşündürüyor.

        LEZZETLİ SOHBETLER

        Filmde “bir rock yıldızının ışıltılı hayatı”nı boşuna aramayın. Tam aksine hüzün daha baskın bir duygu. Nick Cave’in saatin çalmasını bekleyen görüntüsüyle başlayan film, bazen günlük rutin bazen de sohbetle sürüyor. Kuşkusuz sürprizler de var: Bir anda birer hayalet gibi otomobilin koltuklarında beliren Ray Winstone ile Kylie Minogue’un sohbetleri ve grubun yeni şarkı provalarına şahit olmak gerçekten çok hoş.

        CAVE’İ DAHA İYİ TANIMAK İÇİN

        Filmden aklımda kalan bölümlerden biri de Cave’in, yaşadığı Brighton kentinin iklimiyle ilgili söyledikleri. Brighton melankolik bir deniz şehri olarak resmediliyor ve filme hoş bir dekor oluşturuyor. Bir de gençlik yıllarında Birthday Party grubuyla çıktığı çılgın turneleri anlatırken gösterdiği “sahneye işeyen adam” fotoğrafları var ki, unutulacak gibi değil. Yaptığı müzik için anahtar kelime olarak “kontrpuanı” göstermesi, “Müzikte birbirine benzemeyen iki unsuru karşı karşıya getirir, neler olacağına bakarım” demesi de ilginç. Ezcümle, “Dünyada 20.000 Gün” Nick Cave’in müziğini sevenler ve onu daha iyi tanımak isteyenler için vazgeçilmez bir belgesel.

        Filmin notu:7

        Diğer Yazılar