Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İstanbul Gülhane Parkı’nda, 1951’in yazıydı. Anası, balmumundan muşamba bir torba dikmişti ona. Adana’dayken bir bölümünü yazdığı İnce Memed romanını o torbada saklıyor, boynunda muska gibi taşıyordu. Bir çınarın gölgesinde kartondan yaptığı yatakta yatıyor, İnce Memed’e başını koyuyordu

        1994 yılının 2 Aralık’ını 3 Aralık’a bağlayan gecenin geç bir saatinde Ankara, İzmir ve İstanbul’da aynı anda, eşzamanlı olarak birkaç bomba patladı.

        O bombalardan biri, bir gazeteyi havaya uçurdu. O gazete, 2 yıl önce yayın hayatına başlayan Özgür Gündem Gazetesi’ydi. Sabah duydum haberi; bir reklam ajansında metin yazarlığı yapıyordum. Orada ben de yaklaşık bir yıl çalışmıştım. Bombanın patladığı gazeteye gitmeye karar verdim.

        Yenikapı Kadırga’da bombalanmış gazetenin enkazından dumanlar yükseliyordu. Birkaç kişi vardı, içlerinden iriyarı, uzaktan bile “Ben buradayım” diye bağıran Yaşar Kemal bir abide gibi duruyordu. Yanında yöresinde hiçbir ünlü gazeteci, yazar yoktu. Birkaç meraklı vatandaş, birkaç muhabir, birkaç duyarlı sosyalist, birkaç ürkek Kürt münevveri, hepsi o kadardı...

        ‘DGM’YE GİDELİM ULAN’

        “Hadi kuro (ulan) DGM’ye gidelim, suç duyurusunda bulunalım, bir şeyler yapalım” dedi bana. Birkaç kişi, o zamanlar Gülhane Parkı’nın ana kapısının önündeki DGM’ye vardık. Bir süre orada, mahkemenin kapısında beklediğimizi hatırlıyorum, sonra koluma girdi beni Gülhane Parkı’nın içine soktu.

        Onunla 3 yıl önce tanışmıştım. 1991’in mart ayında, Güneş Gazetesi’nde birlikte çalıştığımız Halil Nebiler, Bekaa Vadisi’ne gitmiş, Abdullah Öcalan’la “kültür-sanat üzerine” bir söyleşi yapmıştı. Söyleşide Öcalan, Ahmed Arif, Yılmaz Güney ve Yaşar Kemal’i ‘yüzeysel olmakla’ ve ‘Kürt orijinalitesini Türkleştirmekle’ suçlamıştı. Nebiler’le Güneş Gazetesi için yaptığımız “Dünden Yarına Kürtler” yazı dizisini Yaşar Kemal okuyunca çok üzülmüş, ‘fırça atmak’ için her yerde fellik fellik beni arıyormuş.

        Bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken buldum onu. Önünü kestim, kendimi tanıttım, meğer gökte ararken yerde bulmuş beni. Bir kenara çekti ve okkalı bir ‘fırça’ attı. Bu işte benim hiçbir dahlim ve suçum yoktu ama yine de kendimi savunmadım. Yaşar Kemal yeter ki bana bir şey söylesin, fırça da atsa kabulümdü.

        ‘BU ÇINARIN ALTINDA YATTIM’

        Bir yıl sonra, 15 yıl sonra İsveç’ten, sürgünden dönen Kürt romancı Mehmed Uzun’un romanlarını Türkçe’ye çevirmeme vesile oldu ve o günden sonra beni gördüğü her yerde, Kürtçe ‘Bejnê’ türküsünü söyletti bana. Olur olmadık yerlerde ben söylerdim, o ağlardı. Bu şarkıya niye ağladığını hiçbir zaman sormadım ona, o da söylemedi. Kim bilir belki de annesinin Kürtçe ağıtlarını hatırlatıyordu ona bu şarkı.

        Yağmurun yağdığı, soğuk bir kış günüydü. Konuşmadan bir süre Gülhane Parkı’nın içinde yürüdük. Koca gövdeli, yaşlı bir çınar ağacının altında durdu, bana çınarın duldasını gösterdi ve dedi ki: “İşte şurası, şu çınarın altı, 1951 yılında İstanbul’a geldiğimde benim ilk evimdi. Yaz başıydı. Uzun süre burada yatıp kalktım. Anam balmumundan muşamba bir torba dikmişti bana. Adana’dayken bir kısmını yazdığım İnce Memed romanım vardı o torbanın içinde. Boynumda bir muska gibi taşıyordum. Karton sermiştim şuraya, geceleri İnce Memed’i de yastık yapıyor, başımı koyup uyuyordum.”

        “Niye Adana’yı bırakıp geldiniz ki?” diye sordum. “Öldüreceklerdi. Bunu bir hâkim söyledi bana. Aslında o hâkim beni buraya gönderdi.”

        Anlatmaya başladı: Yazdığı hikâyeler ve ağıt derlemeleri nedeniyle hem ‘komünist’ hem de ‘casus’ diye yaftalanıp atmışlardı Kozan Hapishanesi’ne... Bir eşkıya bıçaklamıştı onu orada. Ölümden dönmüş, zor iyileşmişti. Yaralı halde defalarca mahkemeye gitmiş, her defasında tutukluluğuna karar vermişti mahkeme.

        ‘GİT BURALARDAN YAŞAR’

        Son duruşmada aynı kararı beklediği sırada yargıç, “Kararı yazdırıyorum” dedi. “Suçtan beraatine” lafını duydu. İrkildi, bu kez serbest bırakıyorlardı. Artık o sidik ve dışkı kokan hapishaneye dönmeyecekti. Kendisini cezaevinin kapısında buldu. Mübaşirin “Başkan seni istiyor” cümlesiyle geri döndü. Yargıç onu ayakta karşıladı, yer gösterdi, bir de kahve söyledi. Anlatmaya başladı: “Bak, ben okuryazar bir adamım. Seni mahkûm edeyim diye çok baskı yapıldı bana. En iyisi sen buralarda kalma. Hemen İstanbul’a git. Orada, Yeni Cami’nin arkasında arzuhalcilik yap. Seni burada öldürecekler. Yazık olur. ‘Bebek’ hikâyeni karım da okudu. Edebiyattan anlar. Seni merak ettiği için duruşmanı bile izledi. Ben de diline hayran kaldım, büyük bir yazar olacaksın. Bana söz ver, hemen çek git, kalma buralarda.” O gün, o babacan, o edebiyat sever ve ondaki cevheri gören hâkimin dediğini yapmaya karar verdi. Yanına daktilosunu, annesinin diktiği balmumundan muşambayı ve ‘İnce Memed’in yazdığı kısımlarını alıp Ankara’ya doğru yola çıktı.

        ARZUHALCİLİK KOLAY DEĞİLDİ

        Abidin Dino’nun evinde şair Oktay Rifat’la da tanıştı. Arif Dino, Cumhuriyet Gazetesi’nde Nadir Nadi’ye vermek üzere bir mektup yazdı. Abidin Bey de İstanbul için bir otobüs bileti aldı ona, boynunda anasının muşamba torbası İstanbul’a vardı. İstanbul’u beklediği gibi, İstanbul onu beklemiyordu. Arzuhalcilik yapmak da kolay değildi, adliye çevresindeki arzuhalcilerin arasına girmek maharet isterdi, vazgeçti. Gülhane Parkı’nda yatıp kalktı, Sarayburnu’nda oltayla balık avladı, yediklerini yedi, diğerlerini sattı.

        Cumhuriyet Gazetesi’ndeki kapıcı, kılığını kıyafetini görünce, “Bu herif Nadir Bey’i görüp de ne yapacak” diye düşünmüş olmalı ki, gittiği her gün bir bahane uydurup görüştürmedi. Bu arada arkadaşı Orhan Kemal de gelmişti İstanbul’a. Zerzevatçılık yapma hayali, Orhan Kemal’in parayı harcaması nedeniyle suya düştü.

        GÖRÜNÜŞÜ PERİŞANDI

        Sonra Arif Dino da geldi İstanbul’a, araya Behçet Kemal Çağlar girdi ve ‘Bebek’ hikâyesi geçti Nadir Nadi’nin eline. Nadir Bey’le görüşmeye muvaffak oldu. Nadir Bey, Türkçe’sine hayran kalmıştı. Hikâyesini yakında gazetede tefrika edecekti ama onun için düşündüğü asıl iş röportaj yazarlığıydı.

        O zamanlar, şimdi olduğu gibi iki kişinin karşılıklı konuşmasına röportaj denmiyordu. Röportaj eli kalem tutan, dil cambazı yazarların bir olayı kendi üsluplarıyla anlatmasıydı; dili bu kadar güçlü, kelimelere böylesi dans ettirebilen bir yazardan müthiş bir röportaj yazarı çıkabilirdi. Nadir Bey bunu gördü.

        Nadir Nadi’nin huzuruna çıktığında dış görünüşü perişandı. Sakalları uzamış, saçları karmakarışık, kir içindeydi. Lastik ayakkabıları yırtılmış, parmakları dışarı çıkmıştı. Uzun süredir sıcak su yüzü görmemiş bedeni kaşınıyordu. Giysilerini deniz suyunda yıkadığı için pantolonu bile kararmıştı. Bir deri bir kemik, uzun, cılız, dokunsan devrilecek bir kavak ağacı gibi duruyordu.

        İSTANBUL ARTIK BAŞKAYDI

        Nadir Bey talimat verdi. Muhasebeden 1500 lira para verdiler. Üstünü başını düzeltecek, kalacak bir yer ayarlayacak, zaman kaybetmeden Diyarbakır’a gidecekti. Diyarbakır’da bir şeyler oluyordu, gidip hepsini yazacak, röportajlarını gazeteye yollayacaktı. Cumhuriyet Gazetesi’nden çıktığında başka göründü gözüne İstanbul. Bir anda kendisini Galata Köprüsü’nün üzerinde buldu. Orada bir sürü evsiz arkadaşı vardı ve paranın 10 lirasını onlara dağıttı. Arkadaşları parayı çaldığını sandılar: “Kaç Kemal kaç, aynasızlar birazdan gelir” dediler. Ankara’ya gidip Abidin Bey’e teşekkür etti, sonra da ver elini Diyarbakır... O gün, Gülhane Parkı’nda bana İstanbul’daki ilk evini gösterdikten sonra ilk defa karşılaştığı Diyarbakır’ı anlattı. “Acılı bir şehirdi 1950’lerin başında Diyarbakır. Hâlâ aynı acıyı çekiyor” dedi. Vakit öğleni bulmuştu, koluma girdi, “Hadi gel sana kebap yedireyim” dedi. Beraber Eminönü’nde kebapçıya yürüdük.

        YARIN: ‘İNCE MEMED’İ 3 AYDA YAZDI, ROMANA ADINI KOYMAK İSTEMEDİ

        Diğer Yazılar