Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaşar Kemal Cumhuriyet Gazetesi’nde imzasını ilk defa gördü. Adı değişmişti, artık Yaşar Kemal’di. Çünkü Sadık Kemal Göğçeli mimliydi, fişlenmişti, komünistti; gazete ona taze başlangıç yapma fırsatı vermişti

        YAŞAR Kemal, 1950’lerin başında Cumhuriyet Gazetesi’nde işe başladı. Nadir Nadi onu hemen Diyarbakır’a gönderdi. Cebine 1500 lira koymuştu. Bu kadar büyük bir parayı ilk defa bir arada görüyordu. Tedirgindi...

        Diyarbakır’dan Van’a gidecek, röportajlar yazacak, yazıları yayınlanırsa amenna ama olur da yazılarını beğenmeyip yayınlamazlarsa, Van’daki baba köyü Arnês’e gidecek, orada bir süre arzuhalcilik yapıp gazeteye borcunu ödeyecekti.

        Tatvan’dan Van’a giderken, feribotta bir yüzbaşının okuduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde ilk defa imzasını gördü. Ama adını değiştirmişlerdi, artık yeni adı “Yaşar Kemal”di. Ne de olsa “Sadık Kemal Göğçeli” mimliydi, fişlenmişti, komünistti; gazete yönetimi ona taze bir başlangıç yapma fırsatı vermişti yeni adıyla.

        GAZETEDEKİ ADI ‘AĞIR İŞÇİ’YDİ

        Eskiden röportaj demek, bugün olduğu gibi, birisinin birisiyle söyleşi yapması demek değildi. Röportaj, eli kalem tutan iyi bir yazarın, bir olayı, bir şahsiyeti ele alıp bütün yönleriyle, kendi üslubunca tatlı tatlı anlatmasıydı. Türk basınında, bu türün en yetkin örneklerini Yaşar Kemal verdi. Bütün bir 50’li yıllar boyunca Anadolu’yu karış karış gezdi. Gazetedeki adı “ağır işçi”ydi. Bir yerde bir deprem mi oldu, bir yeri sel mi bastı Yaşar Kemal hemen oraya gidiyor, otobüslere, trenlere, gemilere binip yolculuklara çıkıyor, o destansı, o gürül gürül akan Türkçe’siyle muhteşem röportajlar yazıyordu.

        Çok kısa bir süreye o kadar çok röportaj sığdırdı ki, ünü hemen her yere yayıldı. “Anadolu Notları” başlığı altında, “Doğu’da İnanılmaz Şeyler Gördüm”den “Mağara İnsanları”na kadar ses getiren bir dizi röportaja imza attı. İstanbul’da da insan portreleri yazdı, Sait Faik’e dair yazdıkları bu alanda ilktir... Hayatı boyunca Sait Faik’i, kendisini etkileyen yerli yazarlar listesinin en başına koydu.

        THILDA ONUN YABANCI DİLİ OLDU

        Sait Faik demişken... Bir gün, İstiklal Caddesi’nde Yaşar Kemal’le Âşık Veysel kol kola girmiş yürüyorlar. Muhtemelen türkü söylüyorlar birbirlerine, Tünel’e yakın bir yerde Sait Faik çıkıyor karşılarına. Sait Faik onları böyle kol kola girmiş yürürken görünce, başlıyor yüksek sesle gülmeye, Yaşar Kemal bir türlü susturamıyor onu:

        “Ne gülüyorsun lan, ne var bu kadar gülecek.”

        Sait Faik gülmesine zorla hâkim oluyor ve diyor ki:

        “Yahu çok komiksiniz, iki kişisiniz, tek gözle yürüyorsunuz...”

        Bu hikâyeyi her defasında kendisi anlatır, bu kez ünlü hikâyecinin kahkahasına benzer bir kahkaha da kendisi atardı. Cumhuriyet Gazetesi’nin dış politika yazarı Ömer Sami Coşar, bir gün Yaşar Kemal’i Tarabya’ya balık yemeğe davet etti. Beraber gittiler. Daha rakıları söylememişlerdi ki, masaya iki kadın geldi. Biri Coşar’ın eşiydi, ötekisini “Thilda Serero” diye tanıştırdılar ona. Masalarına hiç beklemediği bir anda soylu bir güzellik gelip kurulmuştu. Yaşar Kemal etkilendi. Sohbet başladı, daha da etkilendi. Peş peşe içtiği birkaç duble rakı mı, bu müthiş kadının zarafeti ve kültürü mü onu sarhoş etti, bilemedi.

        Dostu Alpay Kabacalı’nın deyimiyle, “Soylu bir güzellikle derin bir kültürü kaynaştırabilmiş az rastlanan kadınlardan biri”ydi Thilda. Osmanlı sarayının hekimbaşlarından Jak Mandil Paşa’nın torunuydu. Bir bankacının kızıydı. Birkaç dil biliyordu. Edebiyat konusunda muazzam bir bilgiye sahipti.

        Tesadüfi bir buluşma mıydı, Tanrı böyle mi istemişti bilinmez, ama o geceki o buluşma, kısa bir süre içinde karıkoca, bir süre sonra da yazar-çevirmen ilişkisine dönüştü. Thilda sayesinde Yaşar Kemal dünyaya açıldı, Thilda onun yabancı dili oldu çıktı.

        ‘ŞU KOCA KÜRDÜN HER ŞEYİNİ DEĞİŞTİREBİLDİM DE..’

        Rejim bütün aydınlara kötü davrandığı gibi Thilda’ya da hiç iyi davranmadı. 12 Mart darbesinden sonra Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Magdi Rufer, Vedat Günyol ve başka birkaç aydınla birlikte Komünist Partisi kurmakla suçlayıp onu da tutukladılar. Dört ay cezaevinde kaldı, uzun süre yargılandı. Ama hep bir aydın gibi yaşadı. Ölüme de aynı zarafet içinde gitti. Musevi olduğu halde cenazesi Teşvikiye Camii’nden kalktı. Ölünceye kadar çok iyi baktı Yaşar Kemal’e. Son zamanlarında elinden geldiğince “ağır şeyler” yemesine izin vermedi. Sigarayı, içkiyi yasakladı. Ama Yaşar Kemal bulduğu her fırsatta, Thilda’ya çaktırmadan kendi deyimiyle “o suç aletlerine” ulaşmanın bir yolunu buldu. Onca perhiz yemekleri masada varken, her defasında Yaşar Kemal, mutlaka sofranın bir yerine kelle soğan zulaladı, ilk fırsatta bulgura kaşık salladı. “Şu Koca Kürt’ün her şeyini değiştirdim de, yemek alışkanlığıyla baş edemedim” dedi her defasında Thilda ve hayatından öyle çekip gitti. Evlendiklerinde Yaşar Kemal’in henüz hiçbir romanı yayınlanmamıştı. Beşiktaş Serencebey’de bir ev tuttular. Thilda, o sırada çalıştığı ajanstaki işini kaybetti. Yaşar Kemal gazeteden 180 lira aylık alıyordu, geçimlerine yetmiyordu.

        BUZ GİBİ EVDE ÜÇ AYDA YAZDI

        Yaşar Kemal, kendisi de bir yazar olan ve şahane piyeslere imza atan gazetenin yazı işleri müdürü Cevat Fehmi Başkut’a gitti. Kafasında bitirdiği, hatta bazı bölümlerini Adana’dayken 1947 yılında yazdığı roman tasarısını anlattı. “İnce Memed” diye bir romandı bu, bu iş için 1000 lira avans istedi. Romanı bitirecek, eğer Başkut beğenir de tefrika ederse 800 lira daha alacak, beğenmezse aldığı avansı iade edecekti. Anlaştılar. 1953 kışı yaman bir kıştı. Şubat ayında İstanbul Boğazı’nda koca koca buz parçaları görüldü. İnsanlar üzerine çıkıp fotoğraf çektirdi. Her yer buza kesti. Yaşar Kemal’lerin evinde küçük bir çini sobası vardı. Odun ısıtmıyor, zaten odun bulmak da kolay değildi. Thilda battaniyelere sarınıp bir köşede kitap okurken, Yaşar Kemal, Erzurum’dan aldığı kalın eldivenler elinde, kurşun kalemle harıl harıl “İnce Memed”i yazıyor. O zemheri soğukta, o kalın eldivenler elinde, parmaklarının arasında bir kurşun kalem, o buz gibi evde üç ayda hemen hemen hiç dışarı çıkmadan “İnce Memed”i yazıp bitirdi. Götürüp Cevat Fehmi’ye teslim etti ve beklemeye başladı. Ah o bekleme yok mu o bekleme, bir yazar için en zor anlardır o anlar. Dayanamadı, on beş gün sonra sordu Cevat Fehmi’ye:

        “Romanımı okudun mu?”

        “Yarısına kadar okudum” dedi Cevat Fehmi.

        “Hayır, okumamışsın” dedi Yaşar Kemal.

        “Nereden biliyorsun?”

        “Biliyorum. Eğer o romana başlasaydın, yarısında duramazdın da o yüzden” dedi.

        Bir ay sonra odasına çağırdı Cevat Fehmi:

        “Önceki gün başladım romanına, bu sabaha kadar durmadan okudum. Sen haklıymışsın. Hemen yayınlayalım, ama romanın başında Çukurova’yı tasvir ettiğin o uzun bölümü atalım” dedi.

        Yaşar Kemal bunu kabul etmedi. Hem o bölümü atmayacak, hem de romana ismini koymayacaktı. Çünkü bu romanı para için yazmıştı. Asıl romanlarını sonra yazacak, onlara gerçek adını koyacaktı. Bu kitabı müstear isimle yayınlayacaktı. İnat etti. Nadir Nadi de ikna edemedi onu. Sırf bu yüzden Cumhuriyet Gazetesi’nden ayrılmak zorunda kaldı.

        Thilda da onunla aynı fikirde değildi, o da romana ismini koymasını istiyordu ama bir kez onun “Kürt inadı” tutmuştu işte. Haber Dünya Gazetesi’nin sahibi Bedii Faik’in kulağına gitti. Çağırdı, romanı tefrika etmek istediğini söyledi.

        “Deli misin, bu muazzam romana insan ismini koymaz mı?”

        “Peki koyacağım ama romanımdan tek satır attırmam” dedi.

        Bedii Faik, birkaç gün sonra çağırdı. Kendisini Cumhuriyetçilerin keşfettiğini söyledi ona. Şimdi romanı tefrika ederse ahlaki olarak doğru bir şey yapmamış olacak. Nadir Bey’le konuştuğunu, romanı ona götürmesini, yayınlayacaklarını söyledi. Kalkıp gitti tekrar Cumhuriyet’e. Nadir Nadi “eşkıya” derdi ona,

        “Romanına adını koyuyor musun eşkıya?” dedi.

        “Koyuyorum” dedi.

        Anlaştılar.

        Romanından birkaç satır attırmamak için ekmeğinden olmayı göze almıştı Yaşar Kemal. Tefrika başladı. Kısa bir süre sonra Ankara’dan “yayını durdurma” ikazı geldi gazeteye. Ağalara başkaldıran bir “eşkıyayı” yücelterek komünizm propagandası yapıyordu Yaşar Kemal ama gazete bu uyarıyı dinlemedi. Ertesi yıl “İnce Memed” kitap olarak yayınlandı ve o gün bugün, bu ülkede Kuran-ı Kerim’den sonra en çok okunan ve en çok satan kitap unvanını kazandı. Dünyanın belli başlı bütün dillerine çevrildi. Cep kitabı oldu, lüks edisyonları yapıldı, körler için Braille alfabesiyle bile yayınlandı.

        ARZUHALCİ KÖR KÜRT KEMAL

        Babıali’de bilinen adıyla “Arzuhalci Kör Kürt Kemal”in, “Yaşar Kemal” olarak yükselip dünya edebiyatının yıldızlarından birisi olmasının yolunu açtı. 1963 yılında Basınköy’e taşındılar. Şehirden uzak bir yerdi. Bir apartmanın en üst katındaydı yeni daireleri. Sonra orayı satıp yan bloktaki bahçe katını aldılar. Yaşar Kemal’in ayakları toprağa değdi tekrar, bahçeye bitkiler ekti. Basınköy onun için yeni romanlarının mekânı oldu. Evden çıkıyor, gecekonduların arasından on dakika yürüyor, sahile, Menekşe’ye iniyordu. Orada müthiş dostluklar kurdu. Bir sürü balıkçı arkadaşı oldu. Onlarla balığa çıktı. Bir tekne bile aldı. Menekşe, orada tanıdığı insanlar romanlarının kahramanı oldu çıktı. Yaşar Kemal, roman yazmaz, “roman düşünür” dü. Evden çıktığında, eşi Thilda “roman düşünmeye” çıktığını bilirdi. Yakın dostu ve hakkında bir biyografik kitap yazmış olan yazar Alpay Kabacalı’dan öğreniyoruz:

        Yaşar Kemal her sabah erkenden kalkar, evden çıkar, Menekşe’ye kadar yürür, sahilde gezer, kurgusundan diline, biçiminden üslubuna kadar romanın bütün çatısını kurar, eve gelir, eline kurşun kalemi alır, iri harflerle yazmaya başlardı. Yanlış yazdığı yerleri değiştirmek istediğinde tıpkı bir ilkokul öğrencisi gibi silgiyle siler yeniden yazardı. Daha çok değişiklik gerektiğinde, yazdıklarını yırtar atar, sil baştan yeniden yazardı. Sonra yazdıkları yayınevinde daktiloya çekilir, romanın o daktilo edilmiş halini bir süre ‘demlenmeye’ bırakır, aradan iki üç gün geçtikten sonra alıp tekrar okur, bu kez beğenmediği yerleri yırtar atar, yeniden yazardı. Hiçbir sayfanın üstünü çizip düzeltmezdi, özensizlik olarak görürdü bunu. Dizgi hatalarına hiç tahammülü yoktu. Sadece romanlarını elle yazardı. Hikâye ve mektuplarını ise mutlaka daktiloyla yazardı. Yazardı; bulduğu her fırsatı değerlendirir, durmadan doğayı, insanlık hallerini yazardı.

        YARIN: ‘EVİMDE MARX’IN KAPİTAL’İ VAR’ DİYE YAZDI, POLİS EVİNİ BASTI

        Diğer Yazılar