Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Burasi, onlar gelmeden önce uçsuz bucaksız boş bir araziydi; o boş araziye geldiler. Sanmayın ki gelenlerin tümü hukuku içselleştirmiş, yasaları özümsemiş, kent kültürüyle büyümüş, medeni insanlardı. İçlerinden kuşkusuz böyleleri de vardı ama daha çok “ipini koparanlardı” ilk gelenler. Kanun kaçakları vardı aralarında, katiller, ırz düşmanları, kural tanımaz, yasa bilmez sert adamlardı birçoğu...

        Vahşi Batı... Uzun süren iç savaş... Boy veren ilk mafya çeteleri... Sert, acımasız bir hayat onları bekliyordu.

        Ama hepsini birbirine bağlayan şey, buranın kıyılarına yanaşmadan önce gemilerde yaptıkları sözleşmelerdi. O sözleşmeler hepsi için bağlayıcıydı. Sonuçta uçsuz bucaksız, verimli, altın değerinde bir kara parçasına geliyorlardı; toprak herkese yeterdi, yeter ki kimse yapılan sözleşmelere halel getirmesin, kuralları çiğnemesindi...

        Amerika bugün sağlam bir hukuk devleti olmayı başarmışsa, çokça o ilk sözleşmeler sayesindedir belki de. O ilk kurallar da zaten 200 yıldan beri değişmemiş olan anayasalarının da ilk maddelerini oluşturdu.

        Birleşmiş Milletler binasında, yarın yapılacak toplantıya katılmak için kartlarımızı alıp Hüseyin Yayman, Yıldıray Oğur ve Özcan Tikit gibi arkadaşlarımın aralarında bulunduğu bir grup gazeteciyle, tıpkı bir ızgara gibi birbirini kesen ve birbirine kenetlenen geniş caddelerinde New York’un yüksek gökdelen dağlarının arasında kaybolurken aklıma ilk gelen şey bu hukuk meselesi oldu.

        Çünkü toplumsal sözleşmelerin, zaman içinde herkes onlara olan inancını kaybetmeden bağlılığını sürdürürse eğer, nasıl bir uygarlık yaratabileceğinin somut tezahürünü görüyordum attığım her adımda.

        İlk gelişimdir benim bu şehre...

        Filmlerde hemen hemen her sokağını gördüğüm, her semtini, parkını bildiğimi sandığım bu modern şehre beni Başbakan Ahmet Davutoğlu getirdi. BM toplantıları var, dünyanın en büyük sorunu olması gerekirken bizim en büyük sorunlarımızdan birisi haline gelmiş olan Suriyeli mültecilerin akıbeti de konuşulacak.

        Çoluk çocuğu alıp Antalya’ya doğru bir bayram tatiline giderken yarı yoldan çevirdiler, Başbakan’ın emriymiş, geziye benim de katılmamı istemiş.

        “Körün istediği iki göz, ver elini New York” dedim ben de...

        Şehrin caddeleri nehir yataklarına benziyor düzen içinde akan trafiğe bakınca, kavis alan yerlerde ise karşıma çıkan gökdelenler, yüksek dağlara... Times Meydanı’nda yanıp sönen, gidip gelen dijital görüntülerin altında hep yaptığımız gibi, kahve eşliğinde yine memleketi konuştuk. Daha çok Kürt meselesini tabii... Emperyalizmi...

        Hepimizin hiç dilinden düşürmediği, bütün kötülüklerin anası bellediği emperyalizm denilen şeyin yarattığı o modern kentin yaydığı o tuhaf ışığı, o tuhaf rahatlama duygusunu benliğinin en derin yerinde hissedip kendi beceriksizliklerimize, kendi acemiliklerimize, kendi küçük sorunlarımız karşısındaki çaresizliğimize bakıp hepimiz, hep birlikte içlendik.

        Kimimiz buralara ilk gelen münevverlerimizin yazdıklarına getirdi sözü, kimimiz bütün bu ihtişam karşısındaki kompleksimizi bastırmak için bulduğumuz avuntulara... Hiçbir çıkış yok, hepimiz hemfikir olduk tekrar; bizi kuşatan sorunlar birkaç kuşak daha götürecek bizden, birkaç ömür daha eksiltecek... Apple binasının önünde yeni bir ürün için uzun bir kuyruk oluşturmuş olan insanlara bakıp yine “Kimisi ekmek kuyruğunda, kimisi de cep telefonu derdinde” dedik bütün Şarklı duyarlılığımızla...

        Modern Sanat Müzesi’nin binasından çıkıp Metropolitan Müzesi’ni ararken, yolumuza Papa için birikmiş olan kalabalık çıktı. Santral Park’ta Papa halka hitap edecek, caddede birikmiş olan kalabalığı, belirli bir düzen içinde polis gruplar halinde parka alıyor. Bütün o katı Katoliklerin, ama istisnasız orada birikmiş olan bütün o Papa hayranlarının rahatlıkla görebileceği bir yerde, “Sakın Deccal, Papa olmasın?” pankartı çarpıyor göze.

        Bütün o fanatikler o pankartı görüyor ama hiç kimse oralı değil. O bir pankart ve birisinin fikrini taşıyor, o kadar. Varsın o da öyle düşünsün.

        Santral Park’ta bir banka oturmuş dinlenirken aklıma memlekette bıraktığımız “yerlilik” tartışması geldi nedense.

        Sahi bu şehirde hiç “yerli” göremedim henüz. “Yerlileri” 200 yıl önce burada, bu bereketli topraklara gömdüler. Hepsinin kanının döküldüğü bu topraklara da bu şehre benzer modern şehirler inşa ettiler.

        Diğer Yazılar