Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir yaz esintisinin vurduğu kavak yapraklarının çıkardığı hışırtı kalmış aklımda. Ortasından yarılan bir karpuzun iştah açıcı kıpkırmızılığı... Süt kokan bir dondurmanın ferahlığı bir de...

        Binaların ağaçlardan alçak olduğu, etrafını saran dağlardan şehre inen akşam alacasının insanı çepeçevre sardığı, şehrin doğanın içinde kaybolduğu, floresan lambaların her yeri rengârenk bir ışığa boğduğu, hiçbir misafirin şehrin tek otelinde konaklamadığı, herkesin evinin herkesin evi olduğu, hiçbir kapının kilitlenmediği bir geçmiş zamana gidiyor şimdi aklım.

        Katır sırtında geldim ilk ben bu şehre. Annemin kucağında... Yakının uzağında bir köydeydi evimiz; şehir her çocuğun her istediği an kuru üzüm, lokum yediği bir yerdi muhayyilemde.

        Muhayyel cennetime ayak bastığımda, hayalimdeki her şeyin bire bir gerçeğiyle karşılaşınca şaşırdım; şaşkınlığım sürüyor bugün de.

        Masal yapıp bana anlattıkları bu şehrin tarihi, Zap Nehri’ni katır sırtında geçip “bin terecé” (basamak altı) denilen yerde varır varmaz çıktı karşıma.

        Birazdan yokuşu çıkacak katır, “bajér” (şehir) mahallesinin içinden geçerek, “Medresa Meydané”yi (Meydan Medresesi) arkasında bırakacak, şehrin kalbine bir saksı gibi kondurulmuş gibi duran kalenin etrafından dolanarak asıl şehir merkezi olan “pagan”a girecek, anlatılanlardan hep hayalini kurduğum ama henüz hiçbir şeye benzetemediğim çarşısına varmadan misafir kalacağımız

        Ali abimin evine ulaşacağız.

        Dikiş makinesini göreceğim orada, pirinç karyolayı, pencerenin önüne konan bir saksı içindeki plastik yapma gülleri, düğmesine basınca odayı apaydınlığa çeviren elektriği, gürültüyle çalışan, içindeki her şeyi soğutan buzdolabını, oduna ihtiyaç duymadan dumansız tüten ocağı...

        Önüm çarşı, arkam şehrin muhafızı Sümbül Dağı...

        Kesme taşlarla döşeliydi şehrin tek caddesi. Hiçbir bina, sağlı sollu dikilmiş ağaçlardan yüksek değildi henüz. Her dükkânda her şey satılıyordu. Kazma sapı mı istersin, dükkânın önüne konmuş kasalarda rengârenk meyve mi?

        Para denilen şeyi bilmiyorum henüz... Gördüğüm her şeyi herkesin malı sanıyorum.

        Önünde durduğum ilk tezgâhtan, alıp elmaları koynuma sokuyorum. Yaptığım şeyin “hırsızlık” olduğunu, yediğim bir tokatla anlattılar bana.

        Olsun, hiçbir şey beni şehirden alamazdı artık.

        Köydeyken düşümde gördüğüm şehir o gün girdi kanıma; hâlâ iflah olmuş değilim!

        Nüfusu on binin altındaydı. Belediye binası iki katlı şirin bir evdi. Belediye Başkanı, şimdilerde arkadaşım Yılmaz Erdoğan’ın çocukluğunun geçtiği şehre bir mersiye olsun diye yaptığına emin olduğum yeni filmi “Ekşi Elmalar”a mevzu olan dedesi Sait Atay’dı. Vali Konağı çarşının ortasında bir gül bahçesinin içindeydi. Sarı badanalı hükümet konağı şehrin en görkemli binasıydı. Dışarıdan bir merdivenle çıkılan şehrin tek oteli, müşteri olmadığı için boynu büküktü. Çarşı “T” harfine benziyordu.

        Sağlı sollu bütün dükkânlar toprak damlıydı, evler ağaçların içinde kaybolmuş, yukarıdan baktığında yemyeşil bir koruluk gibiydi.

        Herkes çok mutluydu. Kavga yoktu. Kin, nefret yoktu. Öğlen tatilinde resmi daireler dağılınca, herkes ilk gördüğünün koluna girer, evine yemeğe götürürdü, yerli yabancı fark etmezdi.

        Bu şehre ayak basan herkes artık yerliydi çünkü.

        Hastanesi olmayan, futbol sahası olmayan, kültür merkezi olmayan şehre, devlet bir “yatırım” yapmaya karar verdi bir gün. 70’lerin ortasında, şehrin tam ortasına uzun, upuzun, çok uzun bir hapishane yaptılar.

        Oysa bu şehirde kimse kimseyi öldürmüyordu. Kavgalar çabucak barışla sonuçlanıyor, ortalama günde on kişinin öldüğü Türkiye’nin en huzurlu, en sakin şehriydi burası.

        Gözümüzün önünde büyüdü hapishane ve galiba o gün çocukluğumuz miadını doldurdu.

        Biz büyüdük ve kanla kirlendi şehir.

        Çocukluğumuz orada, o kirin, o pasın, o kanın içinde kaldı.

        90’lı yılların ortalarında devlet köyleri boşalttı, üstelik kimseye gideceği yeri göstermedi.

        Anılarını, ölülerini köyünde bırakan, yaşamasını beceremediği şehre “pat” diye düştü yukarıdan.

        On binlik yere, yüz bin insan sığındı.

        Her şey tarumar oldu. Yeşil kıyıma uğradı. Köylüler, hiçbir plana bağlı kalmadan bulabildikleri boşluğa birer baraka yaptı.

        Şehir bu ağır yükü kaldıramadı.

        Altında kaldı, beli büküldü, acı çekti, sekerata düştü.

        Sağından çekiştirdiler, solundan uzattılar; ne uzadı, ne kısaldı. Çocukluğumuzun asmin kokan o cenneti, orada yaşayanlar için gittikçe bir cehenneme dönüştü.

        Bütün bir 90’lı yılları kan revan içinde geçirdi şehir. Her eline silah alan, o günahsız şehrin kalbine bir mermi sıktı. Cılk yara içinde kaldı.

        Kanadı, kanadı...

        Sadece yakın zamanda, son on yılda birazcık nefes almaya başladı. Bir hastane yüzü gördü, Van yolunda hasta ölümleri azaldı, yolu yapıldı, havaalanı yakınlaştı.

        Ama basiretsiz yerel yöneticilerin cehaleti, savaşı ve şiddeti insan hayatının üstüne koyan bir ideolojinin esiri haline gelmiş birilerinin şehrin tepesine çöreklenmesiyle birlikte şehir gelip etrafındaki dağlara çarptı.

        Şimdi hükümet “şehir” unvanını almak istiyor ondan.

        Kendince çok haklı, çok akla uygun gerekçeleri olabilir.

        Ama... ama bir de oranın binlerce yıllık sahipleri var ya... “Olursa eğer böyle bir şey, buraya artık hiç kimse uğramaz, yalnızlık, sahipsizlik yer bizi, bitirir” diyorlar.

        Bu söz o kadar dokundu ki bana!

        Çocukluk masalıma sizi de ortak etmeme götürdü.

        Diğer Yazılar