Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Orhan Pamuk’un yeni romanı “Kırmızı Saçlı Kadın” sayesinde “babalar ve oğullar” bahsi revaçta bugünlerde. Romanda da anlatır Pamuk, aslında bu bahis en az tarih kadar eskidir. Edebiyatçılar da çok sever bu bahsi.

        Romanda bol bol geçen “Oidipus Efsanesi” ile Şehname’den alınma “Rüstem ve Sührab” masalından başlayıp Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ına, oradan Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler”ine kadar bu konu hep edebiyatın konusu olmuş, büyük yazarlar bu bahiste gök kubbenin altında söylenmedik söz bırakmamışlar gibi.

        Ama meğer öyle değilmiş.

        Bu konunun nasıl bir “edebiyat kuyusu” olduğunu bu kez de bu topraklarda yetişip Türkçe’nin ses bayrağını dünyada dalgalandıran “bizden” bir yazar gösteriyor herkese.

        Şaşırtıcı bir kitaptır “Kırmızı Saçlı Kadın”, okuyanlar bilir.

        Üzerinde düşünmeyi, her defasında yazmayı hak eden bir kitap hem de...

        Edebiyatı hayatının önemli bir meselesi haline getirmiş olan “saf ve düşünceli” okurlar, bu küçük hacimli büyük kitabın her sayfasında yeni bir şey keşfetmenin tadına varırken; oğul sahibi olduktan sonra “babalar ve oğullar” bahsini yeniden düşünmeye başlayan benim gibi “acemi ve sakar” babalar da, hayatlarında duydukları başka hikâyeler ile kitapta geçen hikâyeleri karşılaştırarak, yazarın bu kitabı yazarken eğlendiği kadar, bu kitabı okurken düşünüp kendi hikâyeleri ile yazarın hikâyelerini karşılaştırma oyununu oynayabilirler.

        Ben öyle yaptım.

        Bugün pazar. “Babalar ve oğullar”a dair bugünün rehavetine uygun iki hikâye geldi aklıma roman vesilesiyle.

        İlkine çocukken şahit oldum ve o yaşlarda hiçbir anlam verememiştim, büyüyünce bana anlattılar gerçeğini, şaşırdım.

        Köyümüze komşuydu olayın geçtiği köy. İki dağın arasında, susuz, kurak bir köydü. Çok az tarlası vardı, nüfusu kalabalıktı, sınırlı su da yetmiyordu herkese. Bu yüzden her gün kavga, gürültü çıkardı. Kavga çıktığında, kadın-erkek demeden herkes sopasını alır, er meydanına çıkardı. Birbirlerine taş atarlardı ve herkes elindeki sopayla atılan taşı havada avlardı. Kavga bir süre sonra seyirlik bir oyuna dönüşürdü ve biz çocuklar uzaktan o yaman kavgayı seyredip heyecanlanırdık.

        Kavganın en hararetli anında, köyün beli bükülmüş, artık bastona dayanarak yürümek zorunda kalan yaşlı erkekleri ellerinde hiçbir savunma aleti olmadan çarpışmanın ortasına atılırlardı. Taşlar gelir, sopalar iner, korunmak yerine tam tersine vücutlarını darbelere daha da siper yaparlardı o yaşlı adamlar.

        Meğerse o yaşlılar, kavganın ortasına atılarak bir çeşit intihar teşebbüsünde bulunurlarmış. Eğer bir darbe gelir de onu bulursa, o da aldığı darbeyle ölürse, darbeyi kimden aldıysa, ölümü halinde, ona vuranın tarlası ölenin oğluna kalırmış.

        Bu, yüzlerce yıldan beri uygulanan bir gelenekmiş meğer bu köyde. İşten düşmüş yaşlı baba, oğlu bir tarlanın daha sahibi olsun diye kendini feda edermiş.

        Oğluna geçen tarlanın adı da “kan tarlası” olurmuş. Bu “kan tarlaları” tarih içinde o kadar el değiştirmişler ki...

        Yaşlılar anlata anlata bitiremezlerdi.

        İkinci hikâye de, çocukluğumun geçtiği yerde, vakti zamanında kalabalık bir halde, oradaki Müslüman Kürtlerle kardeşçe yaşayan Nasturilere atfedilen bir hikâyedir.

        O da şöyle:

        Eskiden, çok eskiden burada yaşayan Nasturiler, yaşlılarını Gare Dağı’nın tepesine götürüp orada bırakırlarmış. Günün birinde yaşlı babasını bir çuvala koyup sırtına vurmuş bir delikanlı, dağın tepesine götürmüş. Güç bela çıktığı yerde babasını sırtından indirmiş, çuvaldan çıkarmış, oturtmuş yere, çuvalı yanına bıraktıktan sonra varıp elini öpmüş ve gitmeye yeltenmiş. Dönüş için ilk adımını atar atmaz babası, “Oğlum, çuvalını unuttun” demiş. Oğul, “Gece soğuk olur baba, üstünü örtersin” demiş. Babası ısrar etmiş, “Çuvalını al oğul, sana lazım olacak” demiş. “Lazım değil baba” demiş oğul. Babası, “Lazım olacak oğlum, çok değil birkaç yıl sonra oğlun seni bu çuvala koyup buraya getirecek” demiş. Oğul bu söz üzerine irkilmiş. Hiç konuşmadan babasını tekrar o çuvala koyup sırtına vurmuş, köye geri getirmiş. O günden itibaren artık hiçbir oğul, babasını çuvala koyup o dağın tepesine götürmemiş.

        Bir dağ köyünde geçen çocukluğumda bu hikâyeyi, büyüyünceye kadar belki de yüzlerce kez duydum hikâye anlatıcılarından.

        Yıllar sonra İstanbul’a geldim, ünlü Japon yönetmen İmamura’nın “Narayama Türküsü” adlı filmini seyrettim.

        İmamura’nın, çocukluğumda bize anlatılan o hikâyenin filmini yaptığını görünce, şaşırdım kaldım.

        Evet, Orhan Pamuk haklı, “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç, evet yazı hariç”.

        Diğer Yazılar