Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İncirler çatladı, balları akıyor. Karpuz yavaş yavaş azalıyor, kavun çoğaldı, çavuş üzümü çıktı tezgâha, salatalığın tadı kaçtı. Palamut sözü dolaşıyor yavaş yavaş balıkçılar arasında, cırcır böcekleri sustu susacak, serin yeller esmeye başladı. Okul önlüğüydü, kitaptı, defterdi, kayıt parasıydı, okullu çocukların dertlerini konuşmaya başladı anne babalar; belli ki yaz bitiyor. “Bir yaz geçti tozu dumana katarak Kavun karpuz yüklü bir yaz geçti Bütün iştahlar tetikteydi Ağaçlar kolum kanadım benim, Deniz anam babam kadar iyiydi Bir yaz geçti yanı başımızdan, Dişimizden, tırnağımızdan Alı al, moru mor, Nefes nefese bir yaz geçti”

        Hayatının son yıllarında hemen bütün yazlarını mavi yolculuklarda geçiren şair Bedri Rahmi böyle anlatıyor yazın gidişini... Gelişine sevindiğimiz kadar gidişine üzüldüğümüz için olsa gerek. Sıcakların bizi boğacağını, nefesimizi keseceğini, hayattan bezdireceğini bile bile “hastanın sabahı beklemesi” gibi bekleriz onu. Şairlerin, ediplerin dünyasını en çok işgal eden mevsimdir. Can Yücel’in deyimiyle “paldır küldür” gelir, Edip Cansever’e göre ise “ayağımızın tozuyla” gireriz ona, daha ne olduğunu anlamadan, bir “karanfil kokusu” bırakarak çekip gider. Bu yıl da öyle, yaz geçiyor işte!

        Nedense en çok çocukluğumuzun yaz geceleri kalmıştır aklımızda. Kışa dair anıların müşterisi az veya kış anılarına pek kıymet vermeyiz. Yaşı biraz daha geçkin olanların belleğinde yazlık sinemalar, Çamlıca gazozu... Bol yıldızlı gökyüzü... Bakır bir tepsi gibi gökyüzünde asılı kalmış hilal...

        Hayatın en büyük hediyesi, en zor şartlarda bile olsa insana bağışladığı hatıralardır; herkes terk eder insanı, bir tek sadık olan onlardır.

        Cırcır böceklerinin sustuğu, uzaklardan bir baykuşun ötüşünden başka bütün seslerin el ayak çekildiği, bir kandil misali ayın her yeri beyaz bir şavka boğduğu, dağdan esen yelin tatlı bir serinlik yaydığı, denizin ağır bir uykuya yattığı bir Akdeniz gecesinin geç bir saatinde yazıyorum bu yazıyı... Rüzgârlar biraz sertleşti, tatilcilerde bir telaş başladı, demek ufaktan ufaktan ucu görünüyor sonbaharın, yaz geçiyor!

        Buralara ilk geldiğim günlerde gök kızıldan pembeye, mordan laciverte dönüyordu, öyle iniyordu akşam bu küçük kasabaya... Şükür bu renkler hâlâ değişmiş değil, ama ucundan ucundan değişmeye başladı bir şeyler, demek bir yaz daha geçiyor “tozu dumana katarak.”

        Gelişine sevindiğimiz kadar, gidişine hüzünleniriz.

        Yepyeni bir aşk gibidir yazla ilk buluşma. Daha doğrusu yeni başlayan bir ilişki gibi... İlk günlerinde içimiz içimize sığmaz, heyecandan pır pır eder yüreğimiz, bir yığın plan yapar, düşündüğümüz şeyleri gerçekleştirmek için gelecek o anları iple çekeriz. Her şey o kadar tatlı, o kadar güzeldir ki... Ayağımız yerden kesilir.

        Sonra sıcaklar baş gösterir, o ana kadar hissettiğimiz şeylerin pek de düşündüğümüz gibi olmadığını anlar, o zamana kadar üzerinde uçtuğumuz bulutlar usul usul dağılır, yavaş yavaş ayaklarımız suya erer. Gerçek bütün acımasızlığıyla karşımızdadır artık. Sanki birisi bütün bedenimizi cendereye almış, her yerimizden ter fışkırır, sığındığımız gölgelikler derdimize derman olmaz, soğuk sular susuzluğumuzu bastırmaz, klima serinletmez, sanki bir mengeneye kapılmış gibi sıkılırız ama kaçacak hiçbir yer yoktur.

        Terk edip kurtulamayız ondan. Verdiği bütün sıkıntılara, bıkkınlık ve boğulma hissine rağmen yavaş yavaş sonunu görüyor olmamız, tam tersine tarifi imkânsız bir hüzne boğar bizi. Yaşarken güzel olduğunu bilmediğimiz anlar, kasvetli kış bastırıp puslu hava çökünce birer hatıraya dönüşür. Elde kalır hüzün...

        Ben yazarken düşündüm, siz okurken düşünün. Hayatınızın yazlarını getirin gözünüzün önüne. Ya kırık bir kalp ya terk edilmiş bir sevgili, ya acı veren bir ayrılık, ya uzun bir yolculuk veya değişen bir mekân, bir şehirden bir şehre gitmek gelecek gözlerinizin önüne.

        Mesela ben 1974 yazına gittim.... Taşın sert olduğunu yeni yeni anlamaya başlamış, siyahla beyazın farklı renkler olduğunu yeni öğrenmişim. Annem köye gidecek, babam benim gitmeme izin vermiyor, zira köyde kızamık salgını var, sapır sapır dökülüyor çocuklar. Annemin arkasından ağlaya ağlaya koşmaya başladım, katır şehri terk etmeden (o zamanlar bizim köylere katır sırtında gidilirdi) yetiştim onlara... Annem tedirgin, babamdan esaslı bir zılgıt yiyecek ama bir yandan da oğlunun gözyaşları var. Gecenin geç bir vaktinde ulaştık köye, üç gün sonra bir sabah ateşler içinde uyandığımda bütün bedenim kıpkırmızıydı... Babamın korktuğu başıma gelmişti. Bir ceviz ağacının altında, cehennemi bir ateşin içinde, başımın üzerindeki cevizlere baka baka ölümü beklerkenki halim o gün bugün hiç çıkmadı aklımdan. Annem çaresiz, doktor, ilaç yok... Köylüler kendi yöntemleriyle savaşıyorlar hastalıkla... Allah annemin yüzüne güldü, on gün süren hastalıktan sağ çıktım. Kendime geldiğim gün, radyo söyledi, Türk ordusu Kıbrıs’a çıkarma yapmıştı. Bütün bir yaz o haberlerle yatıp kalktık. Sonbaharda şehre döndüğümde, tekmil Hakkâri taziyeye oturmuş, karalar bağlamıştı; küçük şehrimiz Kıbrıs’ta tam tamına 11 evladını şehit vermişti. Babam da o yıl öldü. O yüzden hiç aklımdan çıkmadı 74 yazı...

        Yıllar önce Murathan Mungan, muhteşem aşk şiirlerinin yer aldığı kitabına “Yaz Geçer” adını koymuştu. Evet yaz geçiyor! Ama yazınca geçmiyor işte ey şair!

        Diğer Yazılar