Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Süryanilik, ilk başlarda Mezopotamya’da boy vermiş, sonra yakın doğuya yayılmış bir Hıristiyan mezhebinin adıyken, günümüzde bir mezhepten çok bir etnik yapıyı, bir halkı tanımlamada kullanılıyor. Zaten Süryaniler de kendini bir mezhep olarak görmüyor.

        Süryani Kilisesi, bünyesinde birçok grubu barındırmaktadır. Basitleştirerek söyleyecek olursak: Süryani Kilisesi’nin içine, Süryani Ortodoks Kilisesi (Antakya Patriği), Süryani Nasturi Kilisesi (Doğu ve Asur Kilisesi), Süryani Maruni Kilisesi (Antakya Patrikliği), Süryani Keldani Kilisesi (Babil Patrikliği), Süryani Katolik Kilisesi, Süryani Melkit Kilisesi (Rum Ortodoks ve Rum Katolik Patriklikleri) ve Süryani Protestan Kilisesi girer. Yani etnik olarak kendini Süryani veya Asuri olarak gören bir kişi, mutlaka yukarıda saydığımız kiliselerden birisine bağlı olmak zorundadır. Başka bir deyişle, yukarıdaki kiliselerden birisine bağlı olan bir kişi, mutlaka Süryani veya Asuri’dir. Yalnız Lübnan’daki Maruniler, kendilerini ayrı bir yerde konumlandırıyorlar. Konuya vakıf olmayan birisinin, bütün bu farklı mezheplere mensup insanların aynı halk olduğunu kavraması biraz güç görünüyor, hatta Yakup Bilge’ye göre, “Bazen bu durum, bu kilisenin mensupları tarafından da bilinmiyor.”

        TAŞA YENİ BİÇİM VERDİLER

        Oysa 5. yüzyıla kadar Süryaniler tek bir kiliseye bağlıydı. Zamanla özerk bir yapıya da kavuşmuştu. Bu tarihten itibaren “Tanrı Isa-Insan Isa” tartışmasından Nasturi mezhebi doğunca ikiye ayrıldılar. Süryani Ortadoks ve Süryani Nasturi... 1800’lerin ikinci yarısından sonra Batılı misyonerlerin onları keşfedip içlerinde yaptıkları yoğun çalışmaları sonucu, yukarıda sözünü ettiğimiz farklı kiliseler ortaya çıkmaya başladı.

        Kökenlerini Asur Imparatorluğu’na dayandıranlar da var, Aramilere de... Aramilere dayandıranlar, dilden hareket ediyorlar. Süryaniler bugün, Sami dil grubunda yer alan Doğu Aramca’nın Urfa’da gelişen bir şivesini konuşuyorlar. Isa’nın da konuştuğu dilmiş bu, bununla gurur duyuyorlar.

        Süryani bilginleri tarih boyunca, dilbilgisi, hitabet ve şiir sanatına önem vermiş, bunun yanında mantık, felsefe, tabiat bilimleri, matematik, astronomi, jeoloji ve tıpla uğraşmışlar. Mezopotamya coğrafyasındaki birçok kültür ve sanat eserlerinde onların imzası vardır. Hemen hemen her yerde bir iz bırakmışlar. Tarih boyunca birçok bilgin ve âlim yetiştirmişler. Bölge uygarlığına yön veren bir halk olarak, bugüne kadar azala azala bir biçimde varlıklarını korumayı becermişler.

        Süryani ustalar taşa yeni bir biçim, yeni bir ruh vermişler. Ince detay işçisidir her biri... Dünya uygarlığına Mardin gibi biricik, Midyat gibi muhteşem şehirler armağan etmişler. Taşa verdikleri biçimin aynısını tele de vermişler. Telkari onların işidir; gümüş ve altını yeni bir işleme tabi tutmuş, onlardan her biri birer sanat eseri olan görkemli biçimler yaratmışlar. Oldukça yaratıcı bir halktır, becerileri gelişmiş, koşulları iyi değerlendirip, nereden neyi nasıl elde edebileceklerini çok iyi biliyorlar.

        Hemen hemen hepsinin ekonomik durumları iyidir. Onca ezilmeye, horlanmaya, ekonomik olarak güçsüzleştirmeye rağmen, mutlaka bir biçimde, bir yolunu bulup hayata tutunabiliyor, zenginleşebiliyorlar. Midyat, Idil ve Mardin’den göç edip büyük şehirlere gelenlerin hemen hepsi iyi işlerde çalışıyor, özellikle kuyumculuk yapıyorlar.

        TURABDİN ONLARIN VATANI

        Birbirinden muhteşem taş evlerin büyük bir estetik nizam içinde sırt sırta verdiği, insana bundan bin yıl önce burada insanlar yaşıyordu duygusunu veren Midyat’ın çarşı meydanında durun, gözlerinizi kapatın; Hasankeyf, Mardin, Idil ve Nusaybin’in yerleştiği coğrafyayı hayal edin; işte bütün bu bölgeye Süryaniler “Turabdin” diyorlar. Dünyanın neresinde olursa olsun bir Süryani’nin gözleri ve kulakları buradadır, çünkü burası onların anavatanıdır. “Tur”, “dağ” demektir, “abdin” ise “hizmetkâr”... Kendi dillerinde “Turabdin”in karşılığı, “Allah’ın hizmetkârlarının ibadet ettiği yer”dir. Bu bölgede iki büyük manastırları var; Deyrulzafaran ile Mor Gabriel, bir diğer adıyla Deyrulumur... Bu bölgede 1970’lere kadar 10 binlerce Süryani yaşıyordu. Şu anda burada sadece 3 bin kişi kaldıkları söyleniyor.

        Peki, ne oldu da bin yıldan beri yaşadıkları kendi anavatanlarını terk etmek zorunda kaldılar? Toprak mı yetmez oldu, yaptıkları el sanatlarını satacak pazarlar mı kapandı, üzüm bağlarına kıran mı girdi, şarap mı yapamaz oldular, yoksa hepsi bir gün bir araya gelip, “Hadi anavatanımızı bırakıp gurbet ellere gidelim, oralar daha güzel” diye delice bir fikre mi kapıldılar?

        Sanırım bunların hiçbiri değil.

        Süryaniler, Anadolu’da yaşayan topluluklar içinde en uysal, en uyumlu, en sesini çıkarmamış topluluklardan biridir. Inançlarına bir saldırı olmadığı sürece, çok fazla ön plana çıkmamışlar. Tarih boyunca, onlar için tek bir şey önemli olmuş; kiliseleri... Kiliselerine gözü gibi bakmış, bir de çalışkanlıklarını elden bırakmamışlar. Gittikleri her yerde, yeni yerleştikleri her köyde, yüzyıllarca depremlere, felaketlere dayanacak muhteşem kiliseler inşa etmişler. Çok güzel evler yapmışlar.

        SÜRYANİ KATLİAMI

        Bir de komşuları Arap şeyhlerine, Kürt ağa ve beylerine konak inşa etmişler. Taşa biçim vermedeki becerileri, el hünerlerinin gelişmiş olması onları hiçbir zaman aç bırakmadı. Usta olarak kasır, konak yapanların yanında, terzi olanlar da, yine komşuları Müslümanların, özellikle Kürtlerin milli kıyafeti “şel û şepik” dokumuşlar. Dükkân açıp altın, gümüş satmışlar. Yani tek dertleri, ibadet edecek bir kilise ve geçimini sağlayacak bir meslek olmuş... Gerisi pek umurlarında olmamış. Siyasete pek bulaşmamışlar, devlete kızıp başkaldırmamışlar, milli hasletlerini ön plana çıkarıp bir devlet kurmak gibi bir amaç gütmemişler.

        Midyat’ta yaşayan Süryaniler 1915’te, Ermeni “felaketi” sırasında, hiç günahları yokken, kıyıma uğradılar. 1915 yaklaşırken, Turabdin’de yaşayan Süryaniler, hükümetle anlaşarak büyük felaketten kurtulabileceklerini düşündüler. Onlar, tehcir emrinin sadece Ermenileri kapsadığını düşünüyordu. Kendilerini devletin sadık kulları olarak görüyorlardı, yine de bir şey olur da işler ters giderse, ellerindeki serveti vererek tehcirden kurtulabileceklerini hesaplıyorlardı. Fakat öyle olmadı. Ermeni tehciri sırasında Midyat’ta da büyük bir Süryani katliamı yaşandı.

        Yüzyılın başında Türkiye’de 800 bin civarında Süryani’nin yaşadığı tahmin ediliyordu. Bu nüfus çok kısa bir süre içinde çok hızlı bir şekilde eridi. Ardı ardına katliamlar yaşandı, sürgünler yaşandı. Azaldılar ve zamanla unutuldular. Devlet, bu yurttaşların kendisine sadık vatandaşlar olduğuna hiçbir zaman inanmadı. Oysa Cumhuriyet kurulur kurulmaz, yeni yönetime bağlılığını ilk bildirenler onlar oldu. 1956 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Mardin’deki Deyrulzafaran Manastırı’nı ziyaret edince, dini mabedin kapısına “Ne mutlu Türk’üm diyene” pankartını asarak, Bayar’ı öyle karşıladılar.

        Lozan’a göre, etnik veya dini bir statüleri yoktur. Bu kurucu anlaşmaya göre aslında yoklar. Lozan Anlaşması’nın 37-45. maddelerinde yazılı Müslüman olmayan azınlıklara verilen imtiyazların hiçbiri onlara uygulanmıyor. Bu durumda “asli unsur” olmaları gerekir ancak bunun da gerekleri yerine getirilmiyor. Bugün bile kendi mallarını korumak için, devletin çeşitli kademelerindeki memurlara rüşvet vermek zorunda kalıyorlar. Çünkü bu bölgede herkes gözünü mallarına dikmiş. Örneğin 1600 yıllık bir tarihi olan Mor Gabriel Manastırı’nın etrafına duvar ördükleri için, yakın bir zamanda suçlanıp mahkemeye verildiler. 1980’den sonra PKK’nın öncülüğünü yaptığı “Son Kürt isyanından” sonra Süryaniler kelimenin tam anlamıyla iki ateş arasında kaldılar. Silahlı çatışmayı fırsat bilen birçok kişi, Süryanileri buradan göçe zorlayıp o muhteşem Midyat evlerine, geniş arazilerine el koymak için harekete geçti. Özellikle 1987’den itibaren Süryaniler arasında faili meçhul cinayetler artmaya başladı. Her gün bir Süryani ustanın, girişimcinin, bir işadamının cesedi bir yerlerde bulundu. 1987 ile 1994 yılları arasında, Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa seçilmiş bir belediye başkanı da dahil olmak üzere, 50’den fazla Süryani faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Devlet bu cinayetleri örgüt, örgüt JITEM’e yükledi.

        Bu durum önlerine iki yol çıkardı. Ya silah alıp dağa çıkacak, PKK saflarında savaşacaklardı, ya da devletin silahını alıp PKK’ya karşı savaşacaklardı. Ikisini de yapmadılar, üçüncü bir yol seçtiler; çekip gittiler! Avrupa’nın yolunu tuttular. Şu anda bütün dünyada 15 milyon Süryani’nin yaşadığı tahmin ediliyor. Türkiye’den gidenlerin önemli bir kısmı Isveç’in Stockholm şehrinin Södeterya semtinde bir araya geldiler. Şu anda burada 20 bin nüfuslu bir Süryani cemaati oluşmuş durumda. Bugün bütün Turabdin bölgesinde 3 bin civarında Süryani’nin yaşadığını göz önünde bulundurduğumuzda, Stockholm’ün sadece bir semtinde 20 bin Süryani yaşıyor olmasının anlamını daha iyi kavrayabiliriz.

        Peki, bu neden böyle?

        Süryaniler, etnik kimliklerinden çok dini kimliklerini ön plana çıkarmışlar. Gittikleri her yerde, ilk yaptıkları şey orada birbirinden muhteşem kiliseler inşa etmek olmuş. Bugün bile Hakkâri’nin dağlarında, zamana, depremlere, bakımsızlığa direnen kiliseleri var. Müslüman define avcılarının barbarlığına, mekânın keçi ağılı olarak kullanılmasına rağmen o kiliseler bugün bile önemli bir oranda dimdik o dağlarda hâlâ duruyor. Kilise onlar için hem ibadet mekânı, hem de bir okul görevini görür. Okuldan çok kiliseye, edebiyattan çok örneğin el işçiliğine önem vermeleri, bugün onca uluslaşma çabasına rağmen, bir millet olmada çok fazla mesafe keydetmemişler. Edebiyattan çok dini ön plana almışlar. Dilin gelişmesi de edebiyatla, bilhassa da romanla mümkün olur. Bu olmayınca da, şu anda İsveç’te Asurilik bilinci üzerinden yaygınlaştırmaya çalışılan Süryani aydınlanması bir türlü istenilen düzeye varmıyor.

        Dinlerine karşı olan kıskançlığın bir benzerini örneğin dillerine karşı göstermiyorlar. Hangi toplulukla bir arada yaşıyorlarsa, baskın dil hangisiyse hemen ona uyum sağlıyorlar. Arapçanın baskın dil olduğu yerlerde Arapça, Kürtçe’nin baskın dil olduğu yerlerde de Kürtçe’yi çok isteyerek kullanıyorlar. Devletle olan ilişkilerinde de zaten resmi dil onlar için de Türkçe.

        Sosyal hayatın her alanında var oldukları gibi siyasal alanda o kadar yoklar. Birkaç yıl öncesine kadar, bırakın Meclis’e kendi kimliğiyle milletvekili olarak girmeyi, belediye başkanı olmada bile büyük zorluklarla karşılaşıyorlardı. Tarihte ilk defa 2011 seçimlerinde, BDP listesinden bağımsız olarak seçime giren Erol Dora, Süryani kimliğiyle parlamentoya giren ilk milletvekilidir.

        Diğer Yazılar