Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1982’de vefat eden şarkiyat âlimi Abdülbaki Gölpınarlı’nın 1949’da tamamladığı ve iki bin madde ile dört bin civarında fişten meydana gelen “Şark Edebiyatı Ansiklopedisi”, yazılmasından tam 66 sene sonra, önümüzdeki aylarda yayınlanacak.

        “Şarkiyat”ın yani “doğubilimi”nin dünyadan 1982’de ayrılan büyük âlimi Abdülbaki Gölpınarlı, ardında konusunda herbiri hâlâ tek kaynak olan yüzden fazla kitabın yanısıra yayınlanmamış eserler de bırakmıştı ve bunlardan biri, binlerce sayfalık “Şark Edebiyatı Ansiklopedisi” idi. 1949’da tamamlanan ama bir türlü basılamayan, müsveddeleri 33 sene boyunca Abdülbaki Hoca’da, bir o kadar zaman da bende duran ansiklopedi önümüzdeki aylarda yayınlanacak ve edebiyat tarihimizde yepyeni bir ufuk açacak.

        Ansiklopedinin müsveddelerinin üstüste konmuş hâli.

        Devrilmemesi için arkada göstermeden destek veriyorum.

        Edebiyat tarihçileri, özellikle de Divan Edebiyatı’nın uzmanları, tam ismi “Şark Edebiyatı Ansiklopedisi: Din ve İlâhiyat, Felsefe, Tasavvuf ve İçtimaiyat (sosyoloji), Edebiyat, Mitoloji, Örf ve Âdetler, Folklor” olan eserin varlığını bilirler ama ansiklopediyi şimdiye kadar bir-iki kişi dışında gören yoktur, zira yayınlanmamıştır!

        Ansiklopedi “Şarkiyat”ın, yani “doğu bilimleri”nin son büyük üstadı olan ve 1982 Ağustos’unda kaybettiğimiz Abdülbaki Gölpınarlı’ya aittir. Abdülbaki Hoca’dan bugüne çoğu konusunda hâlâ tek kaynak olan yüz ciltten fazla kitabının yanısıra yayınlanmamış çok sayıda eser de kalmıştır ve yayınlanmayan eserlerinin başında bu ansiklopedi gelir.

        Abdülbaki Gölpınarlı, 1960’lı yıllarda Salacak’taki evinin çalışma odasında.

        33 SENE KİLİTLİ DURDU

        1949’da tamamlanan, o senenin Kasım ayında çıkması plânlanan ama basımı çeşitli sebeplerle tam 66 sene geciken “Şark Edebiyatı Ansiklopedisi”, önümüzdeki sonbaharda Türkiye’nin önde gelen yayınevlerinden biri tarafından yayınlanacak ve bilim dünyası ile edebiyat meraklıları eserden büyük istifade sağlayacaklar!

        Şimdi, edebiyat ve tasavvuf tarihimiz konusunda bugüne kadar yapılmış en önemli ve en geniş çalışma olan bu ansiklopedinin ne olduğundan ve yayın macerasından bahsedeyim:

        Ansiklopedi’nin yazımı ve yayın hazırlıkları yıllar sürmüş, eser söylediğim gibi 1949’da tamamlanmış ama bugün bilenlerden hayatta olan kimselerin kalmadığı aksilikler yüzünden eser basılamamış ve müsveddeler Gölpınarlı’nın hayata veda etmesine kadar, tam 33 sene boyunca, evindeki bir dolapta kilitli durmuştu.

        30 YIL DA BENDE KALDI

        Müsveddeleri, Hoca’nın vefatından birkaç sene sonra günün birinde yayınlamak maksadı ile oğlu Yüksel Gölpınarlı’dan rica ettim, sağolsun, kırmadı, verdi ama iki bavul dolusu evrak bu defa neredeyse otuz sene boyunca bende kaldı! Maddeleri alfabetik tasnife tabi tutmaya bir türlü vakit bulamadım ama başka hemen hiçbir kaynakta rastlanamayacak bilgilerle dolu olan metni defalarca okudum ve çok şey öğrendim...

        Eser 1940’lı senelerde daktilo edilip dizgiye hazır hâle getirilmiş iki bin kadar madde ile eski harflerle yazılmış dört bine yakın fişten meydana geliyordu ve her birine en az bir beytin örnek gösterildiği maddelerin tamamının tasnif imkânını ancak geçen sene bulabildim. Maddeleri eski harfleri bu konulara merakı ve hevesi sayesinde bazı hocalarından daha düzün şekilde okuyabilen ve kim olduğunu eserin yayınından sonra duyuracağım genç bir akademisyenle beraber tasnif ettik ve yayın için şöyle bir yol benimsedik: Yeni yazı ile olan maddeler dizilip kitap haline gelecek, eski harfli fişler ise tek tek taranıp alfabetik sıraya konacak ve görüntüleri CD’de yeralacaktı. Zira, sözkonusu binlerce fişi tek tek yeni harflere çevirmek yıllar sürerdi ve eserin yirmi-otuz sene daha beklemeye artık tâkati yoktu! Kitapta hem metnin, hem de CD’deki maddelerin dizini zaten yeralacaktı ve eski harfleri bilen meraklılar yahut konunun uzmanları bu dizin vasıtası ile aradıkları maddeye kolayca ulaşabileceklerdi.

        1950’li senelerden bir Üsküdar hatırası (soldan):

        Eşref Efendi, hat üstadı Necmeddin Okyay, Okyay’ın

        talebesi ve bir başka hat üstadı olan Prof. Dr. Ali Alparslan,

        Okyay’ın oğlu ve Abdülbaki Gölpınarlı.

        SEÇİM YASAĞINDAN İSTİFADE

        Abdülbaki Hoca’nın 1949’da hazırladığı eserinin önsözü “Uzun yıllar süren yorucu, yıpratıcı bir çalışmanın, okumanın, araştırmanın ve hazırlanmanın neticesi olan bu büyük eser, haklı bir iddia ile söyliyebiliriz ki yalnız memleketimizde değil, bütün ilim dünyasında derin bir boşluğu dolduracak mahiyettedir” sözleri ile başlıyor ve “...Ansiklopedimiz, yalnız tarih boyunca Şark-İslâm âlemini açan bir anahtar değil, onu inceleyen, her akidenin (inancın) menşeini, mahiyetini, neticelerini, halka yayılışını belirten bir eserdir. Sözü iş ispat edeceği için, okuyucularımıza bu sözlerimizden sonra işimize bakmalarını rica ederek sükût ediyoruz” cümleleri ile nihayet buluyor...

        Seçimler dolayısı ile bugün siyaset ve siyaseti çağrıştıracak konular yazmak yasak olduğu için, fırsattan istifade ederek edebiyat tarihimiz bakımından son derece önemli olan bu eseri anlatmak ve yayın hazırlığını duyurmak istedim...

        ANSİKLOPEDİDEN BİR MADDE: 'ALP' NEDİR, KİME 'ALP' DENİR?

        AŞAĞIDA, Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Şark Edebiyatı Ansiklopedisi”nde yazdıklarına örnek teşkil etmesi bakımından “Alp” sözünün izah edildiği maddenin bir bölümü yeralıyor. Üslûba dokunmadım ama uzun olan metni kısaltmak ve bibliyografya bilgilerinden bazılarını çıkartmak zorunda kaldım:

        “ALP: Türkçe yiğit, er, kahraman manâlarına gelen bir sözdür. Bu kelimenin eskiliği, İran’ın mitolojik tarihinde Afrâsyâb adıyla anılan Türk kahramanına Türkler’in ‘Alp Tunga’ demeleri ile sabittir. Orhun Kitabeleri ile Uygur metinlerinden başlayıp İslam’dan önce ve İslam’dan sonra bütün Türk boyları ve devletleri tarafından kullanılan bu kelime, çok eski bir maziye sahiptir.

        Bu sözün eski Türkler’de kabile teşkilâtında bir asalet zümresine verilen ad olduğu da rivayet edilmiştir. Turfan’da Alp Ata’nın yattığı bir mezar vardır. Birçok Türk Beyleri ile hükümdarlarında bu ada tesadüf edilmektedir. 10. yüzyılda Abbasoğulları’nın Şam Valisi Alp-Tegin, Gaznevî Devleti’nin ilk kurucusu Alp-Tegin, Mesud-ı Gaznevî’ye sefaretle gelen Alp-Tegin vesaire gibi... Aynı kelimenin ‘Alıp’ ve ‘Alp’ tarzında eski şekillerine de tesadüf edilir.

        Ansiklopedideki çizimlere bir örnek:

        Kanunî Süleyman zamanında kullanılan “Yusufî kavuk” maddesi.

        11.-15. yüzyıllarda Artukoğulları’nda resmî bir unvan olarak kullanılmıştır. Selçuklular’da hanedana mensup kadınların oğulları bu unvanı kullandıkları gibi, aynı devlette, Harezmşahlılar’da ve Atabekler’de büyük beylere de bu unvan verilmektedir. Mesnevî’de Muhammed Harezmşâh’a ‘Alp-Uluğ’ unvanının verilmesi, padişahlara da ‘Alp’ dendiğini gösterir bir delil mahiyetindedir.

        Gurlular’da ve Hindistan’daki Türk devletlerinde de bu an’ane devam etmiş ve ‘Alp’ unvanı kullanılmıştır. Kabile hayatında çapul bir istihsal (üretim) vasıtası olduğundan, göçebe Türkler’de ve aşiret hayatında alpliğin büyük bir nüfuzu vardı. Dede Korkud Hikâyeleri’nde bu nüfuz açıkça belirtilmiştir.

        İslamî devirde ‘Alp’ kelimesi ‘Gazi’ yerine kullanılıyor. 13.-14. yüzyıllarda Anadolu’nun Bizans sınırları daimî bir savaş yeri halinde idi. Sonraları, Rumeli yakası savaş yeri olmuştu. Bu zamanlarda derviş ve şeyhlerin bir kısmı yalnız halkı irşadla, tarikatlerini yaymakla kalmıyor; gazi dervişlerle orduya yardımda bulunuyor, düşman illerine ılgarlar (akın) ediyor ve savaşlara katlıyorlardı. Hacı Bektaş ve Seyyid Mahmud-ı Hayrânî mensuplarından ve Baba İlyas zümresinden olup ...1263’te Rumeli’ye geçen ve birçok savaşlarda bulunan Sarı Saltuk, elindeki altmış okkalık bir kılıçla Bursa fethine katılan ve yine Baba İlyas mensuplarından olan Geyikli Baba, aynı savaşa iştirak etmiş olan Abdal Musa, Doğlu Baba ve Abdal Murad, alp-erenlerdendi (Neşrî’ye isnad edilen Tarih, İstanbul Üniversitesi Türkçe Yazmalar 2438, 42.b-43.a; ‘Şakaik-i Nu’mâniyye Tercümesi’...).

        ‘Hacı Bektaş Menâkıbı’ ile ‘Seyyid Ali Sultan Velâyetnâmesi’nde ve diğer bu çeşit epik eserde ve bilhassa Ebu-Müslim Horasânî, Battal Gazi ve Melik Dânişmend destanlarında alplik devrini ve alp-erenlerin kahramanlıklarını tabiî, menkabevî şekilde görmekteyiz ki, bu, kelimenin ihtimal Oğuz Destanı’nın ve diğer bir çeşit eski Türk hikâyelerinin İslamlaşmış bir şekilde yürüyüp gitmesinden doğmuştur.

        ‘Rum Abdalları’ denen sofular kendilerine Seyyid Gazi’yi, yani Seyyid Battal’ı adeta bir pîr tanıdıkları gibi (bakınız: Vahidî, Menâkıb-ı Hâce-i Cihân ve Netîce-i Cân’, ‘Abdallar’ faslı, bizdeki yazma), ilk zamanlarda Bektaşîler’e de ‘Abdallar’ ve ‘Gaziler’ dendiğini Hacı Bektaş Tekkesi’ndeki 16. yüzyıla ait kitaplardan öğreniyoruz.

        Seyyid Battal Gazi’nin alp-erenler arasında büyük bir mevkii ve değeri bulunduğu ve alp-erenlerin bu zâtın hatırasına büyük bir değer verdikleri muhakkaktır. Nitekim, Dânişmendiyye Devleti’ni kuran Ahmed Gazi adına teşekkül eden destanda da, Ahmed Gazi, Seyyid Battal soyundandır. Âşık Paşazâde, Rum diyarında, yani Anadolu’da bulunan ve misafirler içinde anılan erenleri ‘Abdâlan-ı Rum, Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum’ diye dört kısma ayırmaktadır ki, bu dört bölük içinde Gaziyân-ı Rum doğrudan doğruya alp-erenlerdir. Osman Bey’in kardeşinin doğrudan doğruya ‘Gündüz Alp’ adını taşıması, Turgut Alp ve Konur Alp adlı savaş arkadaşlarının ‘Alp’ adıyla anılmaları, bizce bir asalet unvanından ziyade gaziliklerini göstermektedir.

        ...Âşık Paşa, ‘Garibnâme’sinin dokuzuncu bâbının dokuzuncu destânında alpliği anlatır. Ona göre, alplik ikiye ayrılır: Dünya alpliği, ahıret ve din alpliği.

        (Burada dünya ve ahıret alpliğinin dokuzar şartı yazılmış) ... Âşık Paşa, bütün bu safhaları uzun uzun izah etmektedir (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar 1838, 1022 Şevval’inde yazılmış nüsha, 223.b-227.b).

        “Alp” maddesinin orijinalinin ilk sayfası.

        Alp ve alplik halk tarafından benimsenmiş, alpliğin hatıraları muhafaza edilmiştir. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Tokat’ta Alp ve Gazi Tekkesi’nden ve bu adla anılan bir gezinti yerinden bahsetmektedir. Kars’ta ‘Alpkale’, Kastamonu’da ‘Alparslan’; Kastamonu, Zonguldak ve Eskişehir’de ‘Alpi’; Çorum, Bolu, Kastamonu, Bursa, Ankara, Kütahya, Çankırı, Bilecik, Çanakkale ve Kırklareli’nde ‘Alpagut’ yahut ‘Alpavut’ adlı köy adlarına rastlamaktayız.

        ‘Kanı ol kim ister alplik adını / Almak ister düşmeninden dâdını / Düşmenin kahreyleyip basmak diler / Bâşını at boynuna asmak diler / Gelsün işitsin kim alplik ne imiş / Alpların sermayesi nice imiş’ (Âşık Paşa, ‘Garib-nâme’).

        (İzahı: ‘Alp adını almak, alp diye ünlenmek, düşmanından öcünü almak, düşmanını kahredip basmak, başını kesip at boynuna asmak isteyen kimdir? Hani o er? Alplik ne imiş, alplerin sermayesi nice imiş, gelsin de işitsin’)”.

        Diğer Yazılar