Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türkiye’deki Suriyeliler kalacaklar mı, gidecekler mi? Kalacak oldukları takdirde başımıza ne işler açılacak? Yok eğer memleketlerine döneceklerse ne zaman? Gidişlerini çabuklaştırmak, bu mülteci derdinden kurtulmak için neler yapmamız lâzım?

        Son günlerin tartışması işte bu… Suriyeliler’in memleketlerine dönüp dönmeyeceklerinin derdindeyiz ve kendi başımıza kalacağımız günlerin hasretini çekiyoruz!

        Öyle mâlûmatfuruş havalara bürünmeden ve ahkâm kesme hevesiyle derin yorumlara kalkışmadan kısaca söyleyeyim: Gitmeyecekleeeer! Çok az bir kısmı memleketine dönse bile ekseriyet kalacak ve bundan sonra Suriyeliler ile beraber yaşamaya alışacağız!

        Mülteciler meselesini tartışırken bir hakikati, asırlar öncesinin değişmeyen bir âdetini hep gözardı ediyoruz: Türkiye’nin bir “göçmen ülkesi” olduğunu, Anadolu’nun “vatan” kabul edildiğini ve biz dahil gelenin bir daha gitmediğini!

        Bu toprakların yüzyıllardan buyana aldığı göçleri hatırlayın: Bizans’ın kurucuları bile buraların insanı değildi, Batı’dan gelmişlerdi! Sonra biz geldik ve dünya kadar millete, meselâ 15. yüzyılda İspanyol Musevileri’ne, daha sonraları da aşiretlere kucak açtık; hepsini iskân ettirdik ve son iki asırda da Kafkaslar’dan ve Balkanlar’dan yüzbinlerce Müslüman mülteciyi kabul ettik. Birinci Dünya Harbi senelerinde Doğu sınırımızda onbinlerin gidiş-gelişi yaşandı, hattâ 1980’lerde bile Bulgaristan’daki zulümden kaçan soydaşlarımıza da bir “kurtuluş adası” olduk.

        Ama kural değişmedi, mültecilerin neredeyse hiçbiri dönmedi, zira Türkiye gelen herkesin vatanı olmuştu! Hattâ, Sofya’daki zulüm rejiminin yıkılmasına ve Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesine rağmen gelenlerin sadece çok az bir kısmı döndü, ekseriyet yeni vatanında, yani burada kaldı.

        19. asrın başında Rus işgalinden kaçan Polonyalılar’ın torunlarının da hâlen Polonezköy’de yaşadıklarını düşünürseniz, “gelip de dönmeme” kaidesini çok daha ciddî şekilde kavrayabilirsiniz.

        Üstelik bu “gelip de gitmeme” bahsine bizler, yani Türkler de dâhiliz! Anadolu, on küsur asır önce Asya’dan batıya doğru başlattığımız yürüyüşün neticesinde “Türk vatanı” hâline geldi. Sonraki yüzyıllarda tarihî topraklarımızda, yani Asya’da kalanların oralarda büyük medeniyetler kurmalarına rağmen dönmeyi hatırımıza bile getirmedik, bu yeni vatanımızda kaldık; soydaşlarımıza, dindaşlarımıza ve başka milletlere ihtiyaçları ânında hemen kucak açtık.

        Aslında o devirlerde şimdi iddia edildiği gibi “mozaik” falan mevcut değildi; farklı dinlerin mensupları birbirlerinin kuyusunu kazıp gözlerini oymaya çalışırlardı ama o zamanın şartları hepsini birarada yaşamaya mecbur bırakıyordu…

        Meselenin önemli tarafı işte burasıdır; bizim de Amerika gibi bir göçmen memleketi, yani bir “mülteciler cenneti” olmamızdır! Üstelik bir Avrupalı seyyahın dediği gibi Anadolu’da herkes misafir ama aynı zamanda da evsahibidir!

        NEFRET DEĞİL, HAZIRLIK LÂZIM

        Geçmişte hüküm sürmüş imparatorluklardan ayrılan topraklarda kurulmuş genç devletlerin halkı eski otoritenin yerini alan yeni devletten, yani sabık “efendilerden” pek hoşlanmazlar fakat geçmişin pâyitahtı onlar için hâlâ bir fırsat ve hayal merkezidir.

        Meselâ, İngiltere! Geçmişin “güneş batmayan imparatorluğu” artık bir ada devleti hâline geldi ama bu adada vaktiyle imparatorluk toprağı olan her memleketten insan var! Özellikle de hizmet sektöründe İngilizden fazla Hintli ve Pakistanlı çalışıyor, Fransa’da da aynı işleri Afrika ile Çinhindi’ndeki eski sömürgelerden gelenler görmeye başladılar.

        Eski imparatorlukların ve denizaşırı topraklara sahip krallıkların sabık teb’ası refahı hâlâ geçmişin hâkim devletinde arıyor!

        Bizde olan da aslında budur… Bir asır öncesine kadar İstanbul’dan gönderilen Mülkiye mezunu gençlerin idare ettiği toprakların şimdiki sâkinlerinin hayatî tehlike ânında kendisinden beter haldeki komşu memleketlere değil, sınırın hemen ötesindeki eski merkezî devlete, yani bize iltica etmeleri gerekirdi, ettiler ve çoğu hayallerini süsleyen İstanbul’a geldi!

        “Avrupa ayıp olmasın diye sadece birkaç mülteci alırken yüzbinlercesi bize geliyor” diye yakınmamız işte bu yüzden mânâsızdır!

        Vaziyet böyle iken Avrupa onları neden alsın ki?

        Neticede asırlardan buyana vârolan âdet yine hükmünü gösterecek, gelen gitmeyecek ve mültecilerle bundan böyle beraber yaşayacağız! Dolayısı ile “Sayıları gün geçtikçe artıyor, durmadan çocuk yapıyorlar, üstelik etrafa Arapça tabelâ asıyorlar! Yeter, memleketlerine dönsünler” diye hiddete ve nefrete kapılmak yerine mecburî beraberliğimizin şeklini ciddî biçimde düşünmek, sosyal ve ekonomik hazırlıkları fazla gecikmeden başlatmak zorundayız…

        Ve, yüzbinlerce Suriyeli’nin bu hallere düşmesinde bazı sâbık ve de “sâkıt” politikacılarımızın vaktiyle kapıldıkları emperyal hayallerin rolünün bulunup bulunmadığının samimî şekilde tartışılmasının da artık zamanıdır!

        Diğer Yazılar