Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün, kültür ve bilgi sahalarında senelerdir çok güzel işler yapmış olan bir dostumun davetine, başında bulunduğu müessesenin bahçesinde verdiği iftara gittim…

        Arkadaşlarımla âdetimizdir: İftardan sonra saatlerce ve bazen de sahura kadar sohbet ederiz…

        Dün de böyle yaptık, ılık gece boyunca çok şeyden bahsettik ve zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmadık…

        Derken bir koşuşturma oldu ve oturduğumuz bahçeye gelenler mekânın ortasına TV kameraları kurmaya başladılar!

        Meğerse bizleri iftara davet eden dostumuzun âmirlerinden biri sahur için mekânı şereflendirmek üzere imiş; bir grup öğrenciyi de davet etmiş ve yedirip içirmesinin kazandıracağı sevabın TV’ler vasıtası ile millete duyurulmasını emir buyurmuş!

        Hâle bakın: Sevap kazanma hevesini milletin gözüne sokma merakı!

        Birlik, beraberlik yahut sosyal barış gibi maksatlarla halka toplu iftar verilmesini ve görüntülerinin yayınlanmasını bir yere kadar makul kabul edebilirim ama talebenin katılacağı iftarın veya sahurun “Bakın, ben ne hayırsever adamım!” diyebilmek maksadıyla ve milletin kafasına vururcasına ekranlardan gösterilmesini asla!

        Talebeyi sahura çağırmak iyi, hoş, güzel ve hayırlı bir iştir fakat bu iş televizyon kameralarının önünde yapıldığı takdirde “görgüsüzlük”, “hazımsızlık” ve “eziklik” olur!

        Böylesine hareketler için çok daha başka sözler edilebilir ama neyse!

        Hepimize çocukluğumuzdan itibaren öğretilmiştir: İslâmiyet ve insaniyet, hâli vakti yerinde olanların sıkıntı içerisinde olanlara çeşitli şekillerde yardımda bulunmalarını emreder. Ama yardımın makbulü gizliden gizliye yapılan, etrafa duyurulmayan ve yapıldığı belli edilmeyenidir. Bir elin verdiğini öbür elin farketmemesi, hattâ veren ile alanın da şayet mümkün ise birbirlerinden haberdar olmamaları gerekir… Bu âdetlerin hüküm sürdüğü günlerde muhtaçlara zaman zaman hediyeler gönderilmiş, bayramlarda yahut önemli günlerde toplu halde erzaklar, kurban ve adak etleri dağıtılmış fakat yardımlar kimselere duyurmadan yapılmış, evinde tencere kaynatmaktan mahrum fukaraya en az üç çeşit yemek yine kimsenin farketmemesi için gece karanlığında gönderilmiştir. Halka açık iftarlar gerçi o günlerde de mevcuttur ama bu işi “Aha bakın, milletin karnını nasıl da doyuruyorum!” diye etrafı velveleye vermek kimsenin hatırına gelmemiştir.

        SADAKA TAŞINI BİLİR MİSİNİZ?

        Yardımı zarif şekilde, sessizce ve kimseyi incitmeden yapmanın geçmişimizdeki en hoş örneği, sadaka taşlarıdır…

        Mermerden yontulan ve bir-bir buçuk metre boyunda bir sütunu andıran bu taşlar sadakanın sessize verilip alınma vasıtasıdırlar. Üst kısımlarında çanağı andıran bir oyuk vardır, imkân sahipleri buraya kimselere farkettirmeden belli miktarda para bırakmış, dilenmekten çekinen fakat hakikaten ihtiyacı olanlar bırakılanları gecenin geç saatlerinde almaya gelmişler ama tamamını değil, ihtiyaçları kadarını almışlardır. Böylelikle yardımı yapan da, alan da birbirini asla görmemiştir, tanımamıştır ve bu usul asırlarca devam etmiştir…

        İstanbul’da bu sadaka taşlarından bir-ikisi hâlâ mevcut, mahalle içlerinde kırılmış yahut yan yatmış vaziyette hüzün içerisinde duruyor ve yardımın efendice yapıldığı eski edepli günlerin havasını kendi başlarına teneffüs ediyorlar…

        1960’lardan sonra varlıklı ailelere mensup döpiyesli hanımlar canları değişik birşeyler yapmak istediklerinde yardım derneği gibisinden birşeyler kurar, yetimhaneleri ve yurtları dolaşıp kimsesiz çocuklara elbise ve ayakkabı dağıtır ama bu işi sessizce yapmazlar, yanlarına mutlaka foto muhabirlerini alırlardı…

        Şimdi de, sahur vaktinde televizyon kameralarının refaaktinde öğrenci doyuruluyor!

        Eski zerafetimizin yerini artık davullu-zurnalı, medya destekli iftarlar ve şeriata bile ters olan böyle sahurlar aldığına göre bize hakikaten birşeyler oldu; görgüsüzlüğün dibine vurduk demektir!

        Diğer Yazılar