Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Suriye'de çatışma bölgesinde kalan "Türk Mezarı"nın asırlar öncesine dayanan bilinmezlerle dolu ve hüzünlü bir öyküsü vardır ama sanatçılarımızın pek dikkatini çekmemiş ve mezarı Refik Halid Karay dışında hiçbir yazarımız konu almamıştır.

        Suriye'de ortalığın birbirine girmesine kadar mevcudiyetinden sadece meraklıların ve uzmanlarının haberdar olduğu Süleyman Şah'ın türbesi, yani "Türk Mezarı", çevresindeki çatışmaların yoğunlaşması üzerine gündeme geldi ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu muhtemel bir saldırıya ânında karşılık verileceğini söyledi. İşte, Ankara ve Lozan Anlaşmaları'na göre Türk toprağı olan türbeyi konu alan tek edebî örnek: Refik Halid'in 1928'de kaleme aldığı "Türk Mezarı" yazısı...

        Suriye'deki çatışmalar sınırlarımızın dışındaki tek toprağımız olan sekiz buçuk dönümlük Türk Mezarı'nın yani Süleyman Şah'ın türbesinin yakınlarına kadar uzanınca, konu gündeme geldi ve Türkiye kendi toprağı olan araziye herhangi bir saldırı olması halinde karşılık vereceğini açıkladı.

        Süleyman Şah 1086'da öldü ve Fırat kıyısındaki Caber Kalesi'nin yakınına defnedildi. Mezarı dokuz asır boyunca orada idi, Türkiye ile Fransa arasında 1921'de imzalanan ve daha sonra Lozan'da da aynen kabul edilen Ankara Anlaşması'na göre mezarın bulunduğu alan Türk toprağı kabul edildi. Ama, bölgede inşa edilen barajın sularının altında kalmaması için 1973'te kuzeye nakledildi ve Türk askerleri tarafından korunuyor.

        Ders kitaplarında birkaç satırla geçiştirilen ve Suriye'deki kanlı çatışmaların tırmanmasına kadar pek bahsi geçmeyen "Türk Mezarı"nı anlatan görebildiğim en güzel yazı, edebiyatımızın büyük ismi Refik Halid Karay'a aittir.

        HALEP'TE YAYINLANDI

        Yazı, Cumhuriyet'in ilânından sonra 150'likler listesine alınan ve 1938'e kadar Suriye'de sürgünde yaşamak zorunda kalan Refik Halid'in ilk baskısı 1930'larda Halep'te yapılan "Bir İçim Su" isimli kitabında yeralır. Refik Halid, "Türk Mezarı" başlıklı yazısında önce mezarın tarihini ve hakkındaki efsaneleri ve o senelerde gayet bakımsız olan mezarın vaziyetini anlatır. Süleyman Şah'ın bazı geceler mezarından çıkarak Fırat sahiline indiğini hayâl eder ve Alparslan'ın bu büyük kumandanını Fırat ile konuşturur; yine aynı kitapta yeralan "Caber Kalesi" başlıklı bir başka yazıda da hem kaleden ve yine Süleyman Şah'tan bahseder.

        ESKİDEN MEZBELE GİBİYMİŞ

        Aşağıda, Refik Halid Karay'ın 18 Mart 1929'da yazıp "Bir İçim Su" isimli eserinde yayınladığı "Türk Mezarı" yazısının bazı bölümleri yeralıyor:

        "Aşık Paşa Tarihi şöyle anlatıyor:

        '...Geldikleri yola gitmediler, vilâyet-i Haleb'e (Halep vilâyetine) geldiler. Caber Kalesi'nin önüne vardılar ve ...Fırat ırma­ğı önlerine geldi, geçmek istediler. Süleyman Şah Gazi'ye eyittiler (dediler), 'Hânım, biz bu suyu nice geçelim?' dediler. Sü­leyman Şah dahi atın suya depti, önü yar imiş, at sürçtü. Süleyman Şah suya düştü. Ecel mukaddermiş, Allah'ın rah­metine kavuştu. Sudan çıkardılar, Caber Kalesi'nin önüne defnettiler. Şimdiki hînde (şimdilerde, şu anda) ona 'Mezar-ı Türk' (Türk Mezarı) derler.'

        ...İşte şimdi ben, sekiz, on yaşında iken mektepte hi­kâyesini okuduğum bu hâdiseden yedi yüz şu kadar sene sonra, o Türk Mezarı'nın önündeyim. Önümde, Kayahan Kabilesi'nin serdârı ve o serdârın önünde de Garbî (Batı) Asya nehirlerinin serefrâzı (benzerlerinden daha üstün olanı) yatıyor.

        ...Bana keşke sormasanız:

        - Bu mezar ne haldedir? Mamur veya harap mıdır? Ruhanî veya azametli midir?

        Örtüsüz sanduka, kırık cam, yıkık kapı, kuş gübresi ve badanasız duvarlar içinde bu feci ihmal manzarasına bakarken dedim ki: 'İnsan dünya üzerinde mezarını bel­li etmekten çekinmelidir; keşke Süleyman Şâh'ın naaşı, ka­tili Fırat'ın elinde kalsa idi... O bunu hiç olmazsa, yedi yüz sene sonra en çirkin şekilde teşhir insafsızlığında bulunmazdı!'

        Bana sakın sormayınız:

        - Bu mezar ne haldedir? Türbenin kubbesi nasıl, san­dukanın boyu ne kadardır?

        Zira size vereceğim cevaplar bir seyyahın alelâde tas­virlerine benzeyemiyecek... Ben bu mezarı dışından değil, içinden ve içimden seyrettim. Aşiret beyi Süleyman Şah'ın mezarına kurulan kubbe, torunu Kanunî Süleyman'ın Av­rupa ve Asya'da kurduğu imparatorluğun semâsıdır. San­dukası çok uzundu: Ayak tarafı Basra'da ve başı Viyana­'da idi. Ve çok genişti: Kafkas dağlarından Atlas silsile­sine kadar!

        FIRAT'A TEŞEKKÜR

        Türk Mezarı'nı arşınla ölçecek veya dürbünle görecek adamın burada işi ne? Onu bir fotoğraf camına aksettirmek veya bir kartpostal parçasına sıkıştırmak... Bu ne hoppalık! Yere serili halıdan veya tavana asılı kandilden ancak ayağının ve burnunun ucundan ötesini göremeyenler bahsetsin! Burada asıl seyredilecek şey Süley­man Şahın mezarına serdikleri halı değil, onun oğulları tarafından üç dünya kıt'ası üstünde hükmü yürütülen sal­tanat fermanı ve asıl bakılacak şey kubbesine astıkları kandil değil, evlâtlarının Azof kalesinden Cezair surlarına kadar diktikleri hamaset (kahramanlık) bayrağıdır.

        ...Elli bin kişilik bir küçük kabilenin reisi şu tosun bilir miydi ki nesli elli milyona hükmedecek, elli çeşit milletten ordular yapacak? Ve elli bin emîri karşısında selâma durdu­racak! Irak çöllerinde kavmine yurt aramaya çıkan bu baş­buğ aklından geçirebilir miydi ki kabilesi Bursa'ya gire­cek, Edirne'ye yerleşecek, Bizans'a kurulacak; Mohaç ovalarına çadır kuracak, Vistül nehrinden atlarını sula­yarak Balaton gölünde abdestini alacak? Cengiz'in hış­mından terk-i diyâr eden bu Turan beyi ümit eder miydi ki kabına sığmıyan o Cengiz'den eser kalmıyacak ve ken­di eseri ise Şarlken ile beraber Avrupa'yı taksim etmek olacak?

        Düşünce ve hatıralarımın ağırlığı, başımı hürmet ve hayretle Süleyman Şah'ın çıplak sandukası önünde yere eğdi.

        Öyle tahayyül ettim ki, Elcezire'nin yanık toprakla kuru ot kokan ve ceylân sürülerinin ayak sesleri işitilen durgun yaz gecelerinde, bazen Süleyman Şah sandukasından usulcacık çıkar, Fırat kenarına iner ve kendisini boğan fakat neslini kuran nehirle hasbıhâl eder.

        Ona bel­ki de der ki:

        - Bana yol vermedin, fakat kabilem senden daha bü­yük sular üzerinden aştı, Tuna'yı atladı, Nil'den geçti. Onun Akdeniz'e hükmettiği ve Karadeniz'i kucakladığı de­virler bile oldu... Bütün o haşmetli günler artık tarihtir, biraz serap, biraz hayaldir. Bunlarla övünmüyorum, avunu­yorum ve sana hiç küskün değilim, bilâkis minnettarım, zira ey sevgili Murat Çayı, sen bugün benim küçülmüş fakat kuvvetleşmiş vatanımdan fışkıran ve bana neslinin selâmlarını, hürmetlerini getiren bir mübarek vasıtasın. Bırak, ırkımın hasretine susamış yanık bağrıma suların serinlik ve teselli versin!

        Ve, Süleyman Şah'ın heybetli gölgesini, ay ışığı altın­da Fırat'a eğilip bir avuç su alarak iştiyakla içerken gö­rüyorum."

        BEYLER, KARIŞTIRMAYIN! TÜRK MEZARI İLE CABER KALESİ BAMBAŞKA YERLERDİR

        Suriye'deki Türk Mezarı'nın bulunduğu bölgede çatışmaların artması üzerine gazetelerimiz ve TV'lerimiz haberi resimli olarak gündeme getiriyorlar...

        Ama, bu haberlerin birkaçı dışında hemen tamamında yanlış fotoğraf kullanılıyor, "Türk Mezarı" diye Rakka'nın doğusunda kalan Caber Kalesi'nin resimleri veriliyor!

        Türk Mezarı, 1973'ten buyana Caber Kalesi'nde değildir! Tabka Barajı'nın inşası ile bölgenin sular altında kalması ihtimaline karşı Suriye ile yapılan bir anlaşma uyarınca daha kuzeye, sonraları Fırat üzerinde yapılan Karakozak Köprüsü'nün yakınına taşınmış, orada yeni bir türbe inşa edilmiştir ve askerlerimizin beklediği sınırlarımız dışındaki tek toprağımız o tarihten buyana artık bu yeni mekânındadır.

        2008'DE ELDEN GEÇTİ

        Caber Kalesi'nin, hemen altındaki Türk Mezarı'nın naklinin ardından Süleyman Şah'ın türbesi ile artık bir alâkası kalmamıştır. Selçuklular'dan önceki yüzyıllarda inşa edilen kale Suriye'nin karışmasına kadar tarihî ve turistik bir ziyaret mekânı olmuştur ama şimdi taraflar arasında yaşanan çatışma bölgesidir.

        Türkiye, Fırat'ın sularının 1970'lerde inşa edilen baraj yüzünden daha da yükselmesi üzerine 2008'den itibaren türbenin bulunduğu alanı yeniden elden geçirdi. Dış duvarların sudan etkilenmemesi için altlarına fore kazıklar ve geçirimsiz tabakalar kondu, etrafa yeniden beton bir duvar örülüp taşlarla kaplandı. İki yeni bayrak direği dikildi ve mezarın etrafının Türkiye'den gönderilen ağaçlar ve hazır çim ile yeşil bir alan haline getirilmesine çalışıldı.

        FOTOĞRAFIN DOĞRUSUNU KULLANIN

        Burada, mezarın eski ve yeni yerinin fotoğraflarını yayınlarken tekrar hatırlatayım: Türk Mezarı, 1970'lere kadar Caber Kalesi'nin eteklerinde idi, "Caber" dendiğinde "Mezar" hatırlanırdı ama mezar taşındı, Türk sınırına daha yakın bir yere nakledildi. Dolayısı ile "Süleyman Şah'ın Türbesi" dendiğinde hâlâ kırk sene önceki mekânın fotoğraflarını kullanmak biraz ayıp oluyor!

        HALİFE'NİN TEŞEKKÜR MEKTUBU

        Son Halife Abdülmecid Efendi (solda), Ankara Meclisi ile Fransa’nın Suriye sınırı konusunda 20 Ekim 1921’de imzaladıkları ve Caber Kalesi’ndeki Türk Mezarı’nın da Türk toprağı olmasını öngören anlaşmanın görüşmeleri devam ederken Meclis’e bir mektup göndermiş (sağda), ailesinin “atası” olan Süleyman Şah’ın mezarı konusunda Meclis’in gösterdiği alâkaya teşekkür etmişti.

        Diğer Yazılar