Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇEN cumartesi, tarihimizin çok önemli bir olayının yıldönümü idi: Çaldıran Savaşı’nın tam 500. yıldönümü...

        Ders kitaplarımızda İranlılar’a karşı kazanılmış büyük bir zaferden ibaret gösterilen Çaldıran, aslında etkileri çok daha geniş olan bir savaştır ve en önemli etkisi, Sünnî ve Şiî dünyası arasında asırlardan buyana devam eden, hâttâ bazı zamanlarda düşmanlığa kadar uzanan rekabetin başlangıcını teşkil etmesidir.

        Çaldıran’ın bizde genellikle gözardı edilen tarafı ise, bu savaşın aslında iki ayrı Türk devleti arasındaki kanlı bir mücadele olmasıdır.

        Türk tarihine dikkatle baktığınızda, güçlü bir Türk devletinin genellikle başka bir Türk devleti tarafından ortadan kaldırıldığını, yani kendimize en büyük zararı yine kendimizin vermiş olduğunu farkedersiniz. Bunun, Timur’un Yıldırım Bayezid’i vurarak Osmanlı genişlemesini engellemesinin ardından Toktamış Han’ı da bertaraf ederek Altınordu Devleti’ni ortadan kaldırması, Özbekler’in Timurlular’ı tarih sahnesinden silmeleri, Selçuklular’ın Gazneliler’i yoketmeleri, Osmanlı’nın Memlük Devleti’ni perişan hâle getirmesi ve Bâbür Şah’ın da etrafındaki diğer Türk devletlerini ortadan kaldırması gibi pek çok örneği vardır.

        BİRLEŞTİRİCİ BİR UNSUR

        Çaldıran’ın genellikle gözardı ettiğimiz asıl önemli tarafı işte buradadır; yani bir Türk hükümdarı olan Şah İsmail’in İranlı, savaşın da bir “Türk-İran Muharebesi” olarak gösterilmesidir.

        Şah İsmail, hükümdarlığının yanısıra Türk Edebiyatı’nın da çok önemli isimlerindendir. “Hatâyî” mahlâsı ile yazdığı şiirler edebiyatımızın klasik ile folklör arasındaki en önemli ve en güzel örneklerindendir; meselâ “Çün tecellâ nûrunu görmek temennî eylerem / Şimdi Mansûram, beni bir dâra göndermek gerek” beyti Türk şiirinin şâheserlerindendir.

        Ama, şiirimizin bu büyük ismine lise ders kitaplarında yer verilmez, Şah İsmail’den ve eserlerinden sadece edebiyat fakültelerinde bahsedilir, temelini tâââ 19. asrın sonlarında, Ahmed Vefik Paşa’nın attığı tarih eğitimimizde Şah İsmail “büyük bir düşman” olarak yeralır.

        Yavuz Sultan Selim

        Türkiye’ye senelerden buyana zarardan başka bir şey vermeyen Alevî-Sünnî ve hattâ SünnîŞiî çekişmesini nihayete erdirebilmenin ilk çaresi, bugün yine Şah İsmail’den geçiyor. Fars değil, tamamen bir Türk devleti olan Safevîler’in bu önemli hükümdarı Alevî, Sünnî ve Şiî Türkler’in ortak değeridir; dolayısı ile bu kadar asır sonra bile önemli bir edebiyatçı olarak hâlâ birleştirici bir unsurdur.

        KÜPELİ MEŞHUR TABLO

        Şah İsmail’in okullarda önemli bir Türk şairi olarak öğretilecek olması onun tarihteki rolünü ve Yavuz Sultan Selim ile Çaldıran’a kadar uzanan mücadelesini unutturacak bir adım değildir. Yavuz döneminde canlarından olan Şiî ve Alevî Türkler’den daha da fazla Sünnî Türk, Şah İsmail zamanında İran’da öldürülmüştür; meselâ 16. asrın başına kadar tamamen Sünnî bir şehir olan Tebriz’i Şîî dünyasının o zamanki merkezlerinden biri yapan da Şah İsmail’dir. Mensubu olduğu Erdebilî Hanedanı’nın iktidara gelmesine kadar Sünnî olan İran, yine Şah İsmail tarafından bir Şiî devleti haline gelmiştir ama bütün bunlar siyasî hadiselerdir ve Şah İsmail’in İranlı değil, bir Türk hükümdarı olduğu hakikatini değiştirecek mahiyette değildir.

        Şah İsmail’den bahsederken, insanın aklına senelerden buyana tartışılan bir resim, Yavuz Selim’e ait olduğu söylenen Topkapı Sarayı’ndaki o meşhur küpeli tablo geliyor...

        Mâlûm tablonun Yavuz’a ait olup olmadığı meselesine girmeden, bu köşede şimdi bir başka çizime yerveriyorum: Gördüğünüz bu çizim, Yavuz’un, kendi zamanında yapılmış olan ilk minyatürüdür.

        Diğer Yazılar