Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇEN hafta bilim haberleri yine rengârenkti. Okuyunca “gülüp geçtiklerim”, “Gene dikkat çekmeye çalışıyorlar, proje paraları bitmiş galiba” dediklerim, “Ne anlamı var bunun şimdi?” diyerek okumayı yarıda kestiklerim, elde edilen süper sonuçlar karşısında çok takdir edip derhal bütün meslektaşlarımla paylaştıklarım... Sırf bu yüzden birkaç gecedir uykusuz kaldım. Heyecanlı roman okuyormuşçasına ayrılamadım bilgisayarımın başından. Üstelikte Montreal’de iş gezisinde... Her hafta olmuyor bu bolluk. Şimdi sözümü kısa kesip direkt bu ilginç haberlerden yerim izin verdiğince bahsetmeye çalışacağım.

        Bu hafta “Mars’ta su var” haberine hiç yer vermek istemezken gelen yoğun telefon ve e-postalara yanıt olarak ilk o konudan başlamaya, naçizane fikirlerimi paylaşmaya karar verdim.

        MARS'IN 'DERELERİ'!

        SİZE de olur mu bilmiyorum, bazen tansiyonunuzu yükselten belli konular üzerinde saatlerce konuşmak istersiniz; yutkunursunuz ve sonunda sessiz kalmayı yeğlersiniz. Yorumunuzun farklı algılanmasından korkarsınız. İşte “Mars’ta hayat ve su” tartışmaları nedense bende hep bu etkiyi oluşturmuştur. Belki de “politik doğruları” değil “bildiğim gerçekleri ve şahsi fikirlerimi” söylemeyi tercih ederek aykırı düşmek istememişimdir.

        Fakat öyle sorular var ki yanıtsız kalmamalı. İşte seçtiğim o sorulara yanıtlar:

        1. Evet! “Mars’ta su bulunduğunun göstergeleri” aslında yeni bir haber değil. Gerek NASA araştırmacıları gerekse NASA dışından jeoloji uzmanları Mars yüzeyinden gelen fotoğrafları analiz ettiklerinde “su izlerini” yıllar önce rapor etmişlerdi.

        2. Hayır! Bu bulgu Mars’ta (bizim tanımladığımız kriterlerde) hayat olduğunu değil, olabilme ihtimalini gösterir. Hayat olduğu tartışması aslında ilk kez 1996 yılında NASA jeologlarından David S. McKay tarafından Mars meteoritlerinde bakteriyel fosiller gösterilerek başlatılmıştır.

        3. Evet! NASA maalesef başka gezegenlerde “hayat” ile ilgili her bulguyu eşit heyecanda basınla paylaşmamaktadır. Örneğin 2001 yılında Vega ve Altair noktalarından, ayrıca 2004 yılında Satürn’den algılanan (gelişmiş canlılara ait olabileceği kuvvetle muhtemel) ritmik radyo dalgaları ve daha buna benzer birçok gözlem basınla paylaşılsa da sönük haberler olarak kalmıştır. Uzaylılar hakkında konuşmak bir yasak, bir tabu olarak kabul edilmektedir.

        4. Hayır! “Mars’ta su bulundu” haberi ile “Marslı” filminin aynı anda gündeme gelmesini bir tesadüf olarak görmemekteyim. İki tarafa da bol para... Neden olmasın?

        5. Hayır! 2030 yılında Mars’a başarılı bir insan misyonu düzenlenebileceğine inanmıyorum (İlgilenirseniz sebeplerini bir sonraki hafta detaylarıyla anlatabilirim).

        EVİNİZİN TOZU KİLO ALDIRIYOR

        EVET, doğru okudunuz. Kaplarınızın arkasına, yatağınızın altına, eve güneş vurunca etrafa şöyle bir bakın bakalım uçuşan toz pamukçukları görecek misiniz? Geçen ay Environmental Science and Technology adlı bilimsel dergide yayımlanan bir araştırmaya göre ev tozları metabolizmayı ciddi oranda yavaşlatıyor. Duke Üniversitesi araştırmacılarından Dr. Heather Stapleton, ev tozlarının vücudumuzdaki PPAR-gamma 1 proteinini aktive ettiğini, bunun ise yağ hücrelerinin büyümesine sebep olduğunu açıkladı. Ne tür tozların daha etkin olduğu sorusuna Dr. Stapleton, “Değişik yaşam şekilleri olan çok sayıda aileden ev tozları toplayarak aynı testleri uyguladık. Öyle görünüyor ki evlerin hayvan besleyip beslememesi, çocuklu ya da çocuksuz olması, eve ayakkabıyla girilip girilmemesi sonuçları değiştirmiyor” dedi. Araştırmacıya göre her ev tozunda bulunan oleik asit belki de bu gözlemin tek “suçlusu”. Oleik asidin solunumla alınması ise obezitenin en büyük sebeplerinden biri. Gerçekten ilginç bulunan bu hipotez diğer bilim insanları tarafından deney hayvanları üzerinde uygulanan çalşmalarla da teyit edilmiş bulunmakta. İlginç değil mi?

        BU KASABADA KIZ ÇOCUKLARI 12 YAŞINDA ERKEK OLUYOR

        DOMİNİK Cumhuriyeti’nde, Salinas adlı kasabada bütün çocuklar “kız çocuğu” olarak doğuyor. Buluğ çağına erişmeye yakın erkeklik organları belirmeye başlayan bazıları erkeğe dönüşüyor. Bir çeşit genetiksel hastalık olan ve çocuklarda büyük psikolojik travmalar oluşturan bu durum, erkek bebeklerdeki 5-alphareductase adlı bir enzimin eksikliğinden kaynaklanıyor. Normalde hamileliğin 8. haftasında Y kromozom taşıyan (yani erkek) bebekler dihidro-testeron hormonu salgılamaya, bunu takiben de cinsel organları belirmeye başlar. Adı geçen enzimin eksikliği bu hormonun oluşmasını engellediğinden erkek bebekler kız bebeklere benzer bir cinsel organla doğuyor. Bu çocuklar 7 yaşlarına ulaştıklarında vücut gereken enzim ve hormonu üretmeye başlıyor. 12 yaşlarına ulaştıklarında ise cinsel organları gereken şekli almış oluyor. O yaşa kadar aileleri tarafından kız çocuk muamelesi gören bu çocuklarda doğal olarak ciddi psikolojik sorunlar gelişiyor. Bu genetiksel rahatsızlığın o kasabada görülmesinin sebebi ise kasaba halkının kendi aralarında evlenmesinden ve aslında nadir olan bu sekelin daha sık görülmesinden kaynaklanıyor.

        BEYİN KANSERİNDE 'KENDİNİ YE' TEDAVİSİ

        2000 yılından bu yana beyin kanseri tedavisinde umutlar veren (tricyclic) antidepresanlar üzerinde çalışılıyor. Bazı agresif glioblastomalarda bazen başarılı bazen başarısız sonuçlar veren bu ilaçların her hastada, her düzeyde istenilen sonuçlar vermesini sağlayacak koşullar aranırken elde edilen başarı, geçen hafta tıp dünyasında büyük yankı uyandırdı. Cancer Cell adlı bilimsel dergide yayımlanan araştırmaya göre adı geçen depresanlar şayet kan sulandırıcılarla birlikte verilirse beyin tümörlerindeki kanserli hücreler kendilerini yemeye başlıyorlar. Beyin kanseri olan hayvanlara uygulanan bu tedaviden çok başarılı sonuçlar alındığı, hayvanların yaşam sürelerinin yaklaşık iki kat arttığı iddia ediliyor. Çok ucuza mal olan bu tedavinin herhangi bir yan etkisine ise henüz rastlanmamış.

        YALAN SÖYLEMEDEN ÖNCE TUVALETE GİTMEYİN

        BİLİYORSUNUZ inandırıcı yalanlar söylemek ciddi bir zekâ ve beceri işi. Bilim insanları insanların tuvalet ihtiyaçları için sıkıştıkları, idrar keselerinin gerildiği anlarda daha inandırıcı yalan söyleyebildiklerini keşfetmişler. İlk başta bunu test etmek kimin aklına ve de ne diye gelmiş bilmiyorum, ama sonuçlar gerçekten çarpıcı. “Vücut hareket dilini” araştıran bilim insanları yalan söyleyenlerin hareketlerini incelerken bir de bakmışlar ki bazı yalancılar doğru söyleyenler gibi davranıyorlar, vücut hareketleri dürüst insanlardan hiç farklı değil. Yalanın hemen ardından da tuvalete koşuyorlar. Yapılan araştırma sonundaki bulgu ise çok ilginç: Beynimizde doğru söylememiz için aktif görev yapan “kontrol noktası” sıkıştığımız anda inhibe oluyor (görevini yerine getiremiyor). Ve böylece yalan söyleyen daha inandırıcı oluyor. Sanırım tüm politikacıları her konuşmalarından önce tuvalete davet etmek, konuşmaları süresince de içecek bir şeyler vermemek gerek. Ne dersiniz?

        Diğer Yazılar