Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ülkemiz gündeminde, dünyada ve bilimde çok önemli çözüm bekleyen problemler var. Bütün bunları askıya alıp söylenmemesi gereken ama sarf edilmiş bir cümleye odaklanarak günlerce hakkında laf ebeliği yapmak, hiçbir yere götürmeyen vakit kaybından başka bir şey değil.

        Lakin bazen ruhunun ta derinlerine çomak sokulmuşçasına rahatsız ettiyse o söz, hele de anlatacak (kendince) önemli bir hikâyesi varsa insanın, çok özeli de olsa konuşmak istiyor:

        Üniversitedeki arkadaşlarım ve benimle yaşıt akrabalarım arasında en son evlenen ben oldum. Mezuniyetimiz sonrasında neredeyse her ay bir düğün daveti gelirdi. Birer birer bekârlıktan uçup giden arkadaşlarımdan bir süre sonra da bebek haberleri almaya başlardım. Kutlama üzerine kutlama, sevinç üzerine sevinç...

        Her kutlamanın ardından duyduğum, “Darısı başına, çok güzel bir duygu” dileğine hep tebessümle yanıt verirdim: “Elbette! Zamanı gelince...”

        Ankara Tıp Fakültesi’nde asistanlığa başladığımda, “Önce ekmek parası kazanmaya başlayayım hele” diye savuşturduğum eş, dost, akraba “dokunuşları”na söylenecek bir bahanem de kalmamıştı artık. “Kısmet” deyip geçiştirmem tatmin edici gelmiyordu hiçbirine.

        “Armudun sapı, üzümün çöpü... Olmaz ki böyle!” Master ve doktoramı yaptığım sırada hâlâ bekâr olan neredeyse sadece ben kalmıştım. Doktora sonrası Finlandiya’ya adım atmamla birlikte hayatımın en yoğun çalışma dönemine “Merhaba” dedim.

        Kadın ve yabancı olmanın baskısıyla kendini kabul ettirmek için çabalamak, yalnız ve mükemmeliyetçi olmak, beni günde 12-13 saat çalışmaya itmişti. Bir de bütün bu faktörlerin üzerine dünyadaki en büyük sağlık sorunlarından birine potansiyel bir erken teşhis ve tedavi olabilecek çözümler öne sürdüğümde çalışma saatlerim günde (abartısız) 16 saate fırlamıştı.

        Tam 10 yıl hafta sonları dahil bu tempoda çalıştım. Rektörümüz Dr. Ossi Lindqvist bir gün sabaha karşı 04.00’te unuttuğu çantasını alarak havaalanına devam etmek üzere üniversiteye uğradığında beni laboratuvarda çalışırken görünce, “Neva lütfen evine git, biraz dinlen, bu bir emirdir” diye çıkışmıştı.

        Daha sonra NASA Johnson Uzay Merkezi araştırmacı olarak davet etti ve Amerika’ya göç ettim. Tempom orada da düşmedi. Gece güvenlik görevlileriyle arkadaş olmuştum. “Lütfen git dinlen” ricaları onlardan gelmeye başladı bu sefer. Manevi bir baskı altındaydım.

        Çünkü çalıştığım konulardan biri “tedavi edilmesi imkânsız” olarak kabul edilen, ölümle yüz yüze hastalar üzerinde yeni buluşumuzu denemek, diğeri de uzaya her çıkışında ciddi sağlık sorunlarıyla dönen büyük hayranlık duyduğum astronotların derdine derman olabilecek çareler aramaktı.

        Özellikle Washington Hastanesi’nde üzerinde araştırma yaptığımız hastaların yarısı çocuktu. En büyük manevi baskı annelerden geliyordu: “Size güveniyoruz, evladımız sayenizde iyi olacak...” Bu tür elektronik postalar aldıktan sonra eve gidip uyumak kolay olmuyor inanın.

        Hastaları için didinen bir hekimin psikolojisinden farklı bir psikoloji bu anlattığım. Çünkü ortada ispatlanmış, standart tedavileri hastaya uygulamaktan daha farklı bir işlev var. Söz konusu olan şey, çok yeni olan bir tedaviyi (buluşu) rayına oturtma çabaları.

        Bu arada nasır tutmuş bilim otoriteleri ve “tıbbi mafya”ya karşı verilen savaş var. Ardından gelen psikolojik yorgunluklar, geceleri yaşanan panik ataklar, kolay kolay üstesinden gelinecek sıkıntılar değil.

        Senede sadece 10 gün ülkeme ailemi ziyarete gidebiliyordum. “Artık evlen” korosuna yeni bir nağme daha eklenmişti: “Çocuk sahibi olmak istiyorsan, tren kaçmak üzere. Biyolojik saat alarmda...” Hep sessiz kalmayı tercih ettim. Yanlış anlaşılmaktan korktum.

        Nice başarılı bilim insanları, sanatçılar, vakit fakiri insanlar yuva kuruyor, çoluk çocuk sahibi oluyorlardı... Ama ben? Ben bireysel kararımı vermiştim: “Eş olacaksam eşime, anne olacaksam çocuğuma hak ettikleri kadar vakit ayırmalıydım. Ya hep ya hiç... 16 saat çalışan bir insan çocuğunu hiç uyanık göremezdi ki... Bakıcılar, yorgun nineler, dedeler elinde büyüyen bir çocuk bana göre değildi. Hem benim tedavi olabilmesi için çabaladığım binlerce çocuk hastam vardı. Biyolojik değil ama manevi anneliği çok derin hissediyordum zaten.”

        Bu benim hikâyemden bir kesit. Herkesin bir hikâyesi var. Her biri özel, her biri değerli. Keşke kulak verebilsek, anlayabilsek. Bu hikâyeleri bilmeden yorum yapmak, tarihe geçecek iki yanı keskin bıçak gibi sözler söylemek, kalp kırmak, hakaret etmek çok kolay.

        1998 yılında Uppsala Üniversitesi tarafından Nobel Tıp adayı olarak adımın geçmesi üzerine 2008 yılında zamanın Başbakan’ı, şimdiki Cumhurbaşkanı’mız Tayyip Erdoğan bana kendi eliyle “İş’te Kadın” ödüllerinden birini vermişti. Merak ediyorum... Acaba hikâyemi bilseydi “Yarım kadın” olarak nitelendirdiği bir insana o ödülü verir miydi?

        Diğer Yazılar