Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Doğru ve yanlışlarımızı fırınlanmış seramik hamuruna benzetiyorum. Belli bir şekil aldıktan sonra istediğin kadar uğraş dur. Değiştirmeye çalışırken kırılıp elinde kalıveriyor. Kırılan parçaları toplayıp yapıştırırken de ortaya absürt bir şekil çıkıyor. Sonuçta sen mutsuz, kırılan mutsuz, doğruyu oluşturayım derken uygulanan yöntem yanlış... Doğrular ise yapayalnız!

        İnsan beyni (iddia edildiği üzere) bilgisayar gibi çalışmıyor aslında. Dedemin eski daktilosuna benzetiyorum ben. Yanlış yapınca silip yenisini yazmak öyle kolay değil. Beyaz mürekkeple kapatıp üstüne bir daha yazmaya çalışıyorsun, olmuyor, alttaki yanlış göze batıyor. Bir daha deniyorsun... Yama gibi sırıtıyor. Derken tüm sayfayı çıkarıp, yırtıp atmak, sil baştan yazmak gerekiyor.

        Geçen hafta her iki ayda bir ülkemle buluşma ve ayrılma noktam olan İstanbul Atatürk Havalimanı’na yapılan bombalı saldırıyı duyduğumda işte aynen bunlar geçti kafamdan. Aslında en masum insandan en kanlı katiline kadar, bir insan olarak en büyük “defekt”imiz, ilk kez neyi “doğru” olarak öğreniyorsak gırtlağımıza kadar “o”na batıp kalmamız. Balçık gibi...

        Çözüm ararken konuşamıyoruz, esneyemiyoruz. Her şey 2+2= 4 bizler için. “5 olabilir mi?” sorusuna tahammülümüz yok. Saçma bir yaklaşım çünkü. O kadar evrensel bir doğru ki tartışmaya bile gerek yok... Oysa 1813 yılında İngiliz şair Lord Byron’un, “Biraz gerçekçi ol! Bıktım senin her şeyi ince ince irdelemenden” diyerek evde sürekli tartışma yaratan karısına yazdığı mektup bu ısrarcılığımıza ne kadar güzel bir yanıt veriyor:

        “Güzel karıcığım, hayatımızdaki ‘gerçek’ ve ‘doğrular’ fiziksel kurallara bağlı olarak karar verilmiştir. Bir de hayatı anlamlı kılan ve aslında bizi insan yapan, fiziksel kuralların işlemediği manevi değerler vardır. Bu manevi değerlerin gelişebilmesi sadece insanların karşılıklı oturup doğru olarak gösterilenleri sorgulamasıyla, irdelemesiyle gerçekleşir. ‘2+2 ne yapar?’ diye sorulduğunda hemen bildiğin yanıta odaklanma. Farklı yanıt verene de anında tavır koyma. ‘2+2 belki de yerine göre bazen 3, bazen de 5 edebilir’ diye düşünmen 2+2= 4 fiziksel kuralını bozmaz. Sadece düşüncelerine esneklik, hayatına heyecan, lezzet ve empati kazandırır. Unutma ki bir puzzle’da her parça aynı şekilde değildir ama bir bütünü oluşturur.”

        İlginçtir ki Lord Byron’un karısına vermek istediği bu ince mesaj, kulaktan kulağa yayılarak birçok kişiye ulaşmış ve o dönemin ünlü filozof ve yazarları tarafından “Mükemmel bir yaklaşım” olarak kabul edilmiştir. Victor Hugo ve Fyodor Dostoyevski de yazılarında 2+2= 5 sembolizmasını kullanmışlardır.

        Bir terör saldırısı karşısında 2+2= 5 yaklaşımı belki de en son söylenmesi gereken şey gibi gelebilir kulağa. “Can kaybımız var, acımız var, kendimizi yangının ortasında hissediyoruz, sen oturmuş matematiksel kuramlardan bahsediyorsun” da diyebilirsiniz. Lakin birkaç adım geri çekilip bakmak gerek olaylara. A ya da B yöntemiyle de yönetilsek, C ve D’nin taraftarları “İdeali budur” diye diretecek, didinecek, karşı çıkacak. E gelecek ve tümünü kenara itmek için olmadık terör eylemleri gerçekleştirecek. Dış güçler F, G, H yerlerinde kalacak, I ve J çaktırmadan kendini güçlendirecek...

        Bu hikâye Z’ye kadar uzayıp giderken çoklu bilinmeyen denklemler işin içerisine girecek. Sonuç? Alın size bir matematiksel gerçek daha: Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Sana yanlış, ona doğru, bana ideal, diğerine sürreal...

        Siz kabul etmeseniz de bu sahnede insanoğlu var olduğu müddetçe hep aynı oyun sergilenmiştir. Oyunu kimse bozmadığı için de “dışarıdan maval okuyan” kurnaz saldırganlar bunu fırsat bilmiş, avantaj olarak kullanmıştır.

        Kendi aramızda farklı fikirlerdeki insanlar olarak “2+2 de 5 yapmaz ki kardeşim” deyip konuşamadığımız müddetçe bu eza bitmez, bitemez. Unutmayalım, amaç yanlışı desteklemek değil doğruyu iletmek için köprü kurmayı becermek; biz 3’tü, 4’tü, 5’ti kavgası verirken birilerinin parsayı toplamasını engellemek.

        BİLİM İNSANLARININ KEŞFETTİĞİ YENİ RENK

        Bilim her gün yeni bir teknolojik gelişmeyle, tedavisi imkânsız hastalıklara yöntemler üretmekle, uzay boşluğunda tansiyon yükseltici keşiflerle aslında “Mümkün değil” dediğimiz birçok “imkânsızı” gerçeğe dönüştürmekle meşgul.

        Harvard Sanat Müzesi’nde 1900’lü yılların başından bu yana toplanan 2 bin 500 çeşit pigment (renk) tüpler içerisinde saklanıyor ve bu koleksiyon dünyada var olan bütün renkler (ve tonları) olarak kabul ediliyordu. Bu renklerin ne kadar detaylı olduğunu anlatmak için bir örnek vereyim: Koyudan açığa her türlü tonu bulunan sarı renginden bir tanesi, kolay kolay renkleri karıştırarak elde edilebilecek türden değil. Rengin adı: “Hint sarısı.” Pigmentin elde edildiği kaynak ise çok ilginç: Sadece mango ağacı yaprağı yiyen inek idrarı!

        Şimdi bu koleksiyona yeni bir renk daha eklendi. Bu renk, Oregon Üniversitesi’nde bir kimyagerin laboratuvarda “manganez oksit” ile diğer kimyasalları karıştırıp 1200 dereceye kadar ısıtması sırasında ortaya çıktı. Renk mavi ile mor arasında, son derece parlak ve dikkat çekici bir tonda. Adı ise (nasıl okunduğunu bilmiyorum): “YlnMn blue!”

        Bu renk aslında 2009 yılında bulunmuş, büyük uğraşlar sonucunda yeni bir renk olduğu kabul edilerek 2015’te Journal of the American Chemical Society Dergisi’nde yayımlanmış ve nihayet geçen hafta “boya” olarak piyasaya sürülmüş.

        Ek bilgi: Bu tür pigmentler genelde müzelerde hasar gören sanat eserlerinin tamiri sırasında (orijinalinden ayırt edilmeyecek tonlar seçilerek) kullanılıyor.

        Diğer Yazılar