Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU hafta değişik bir şeyler oldu sanki... Ya da bana öyle geliyor. Hissettiklerim aynı yemeği aynı tarifle, aynı tencerede, aynı ocakta pişirip de “o lezzet”i yakalayamayıp “Bir şeyler eksik ama ne?” diye sorduğumuz anları andırıyor. Spor yaparken, yazarken, okurken, çalışırken, hatta sohbet ederken hep “tanımlamasını yapmakta güçlük çektiğim bir boşluk” var içimde. Tam “Hah depresyona giriyorum galiba” derken bir dostum, bir kuzenim, bir komşum benzer şikâyetleri dile getiriyor. 20 yaşındaki de 70 yaşındaki de “Yaptığım hiçbir şeyden eskisi kadar zevk alamıyorum şu sıralar” diye başlıyor cümleye... Amerika’daki, Avrupa’daki, vatanımdaki farklı kültür ve eğitim düzeyindeki “duyarlı” olarak tanımladığım yakınlarımın hemen hemen tümü aynı dertten mustarip. Bunda bir iş var diye düşünüyorum. Toptan “dünyaca” depresyona girecek halimiz yok ya... Yoksa... Mümkün mü? Tam bunları düşünürken NASA’dan bir arkadaşım, “Güneş’teki patlamalardandır” dedi.

        Gerçekten sebep bu olabilir mi? Elbette! Her hareketimizi ve düşüncelerimizi kontrol ettiğimizi sanıyoruz ama uzayda, Güneş Sistemi’mizde olup biten olayların etkisi altındayız. Hormonlarımız, duygularımız, kan dolaşımımız, hatta hayata bakış açımız direkt olarak “uzaysal değişimlerden” etkileniyor. Daha 17 Nisan’da Güneş’te gerçekleşen, çok da önemsenmeyen bir patlamanın oluşturduğu manyetik alanın ve radyasyonun etkilerini üzerimizden atmış değiliz. Güneşin yüzeyindeki 2529 olarak isimlendirilen, siyah renkli görünen aktif nokta (koronal delik) gittikçe büyümeye başladı (şu anda içerisine 5 Dünya alabilecek büyüklükte). “Eee büyüsün ne yapalım? Önemli değil zaten” diyor NASA. Lakin bu değişim hiç de öyle geçiştirilecek, “insanlar panik olmasın” diye üstü örtülebilecek türden değil. Colorado Üniversitesi profesörlerinden Daniel Baker Güneş’teki, özellikle bu kara lekelerdeki kozmik anaforlar sonrası Dünya’mızda elektriklerin ve de tüm kominikasyon sistemlerinin felç olabileceğini tekrar hatırlatarak alınabilecek önlemlerin derhal gündeme getirilmesini istemiş.

        Son 1 aydır bu konuda yazılan proje sayısı beşe katlanmış. Columbia Üniversitesi psikiyatrlarından Kelly Posner, Kansas Üniversitesi’nden Alexander Chievsky’nin ayrı ayrı yaptıkları istatistiki araştırmalarda elde ettikleri benzer sonuçlar da tekrar gündeme gelmiş: Hastanelerin acil servislerini hasta ziyareti oranı, psikiyatri klinik ziyaret sayısı, terörist saldırıların kızışması, hatta ülkeler arası savaş sayısı Güneş’teki patlamalar döneminde diğer dönemlere nazaran çok daha fazla rapor edilmiş. İşin bilimsel açıklamasıyla ilgili makalelere göz attığımda en çok dikkatimi çeken şey, gerçekleştirilen binlerce araştırma ve yayınlara rağmen inatla bu bulguların hiçbir şey ifade etmediğini (kendileri hiçbir araştırma yapmadıkları halde) şiddetle savunan bilim insanı sayısı. Bu konuda benim de hiçbir araştırmam yok. Fakat bilimsel veriler ve araştırmayı gerçekleştiren tanınmış bilim insanlarının yorumları gerçekten kayda değer. Sadece beynimizdeki epifiz (pineal) bezin elektromanyetik alan değişimlerinden (hücresel seviyede) en çok etkilenen bölge olduğunu yeni öğrendim. Sırf bu etkileşme yüzünden değişen (bir çeşit hormon) melatonin miktarıyla bugün birçoğumuzun yaşadığı sinirlilik, anksiyete, bıkkınlık, vesvese gibi psikolojik ya da baş dönmesi, mide bulantısı, ağız kuruması, kalp çarpıntısı, baş ağrısı, el titremeleri, hiperaktivite, yorgunluk, uyku bozuklukları gibi fizyolojik sorunlar oluşabilmekte. Bu şikâyetlerin güneş patlamalarıyla ilişkili olabileceğini çok azımız duyduk. İnsan merak ediyor: Acaba bu konuyla ilgili önemli dergilerde yayımlanmış bilgiler tıp fakültelerinde hekim adaylarına anlatılıyor mu? Ülkelerin huzur ve barışından sorumlu olanlar güneş patlamalarından kaynaklanabilecek bilgisayar ve diğer teknolojik sistemlerin felç olması gibi potansiyel tehlikelere karşı önlemler almayı akıllarına getiriyorlar mı?

        Bu hafta bu konuyu dile getirmeye karar verdiğimde bazı kişilerden “Neymiş efendim, Güneş orada patlıyormuş, biz de burada rahatsızlanıyormuşuz; aletleri bozuyormuşuz; birbirimize saldırıyormuşuz. Olacak iş mi?” tarzı espriye vurarak etkisizleştirme tepkilerinin gelebileceğini tahmin ettim. Olacaktır mutlaka. Her şeye rağmen bundan sonra bu tür bilimsel bilgileri vermeye devam etmeye kararlıyım. Artık uzay çağındayız. Ya uyuyacağız, ya uyacağız.

        Dünyamız yaklaşan bir göktaşından dolayı tehlikede mi?

        SON 2 haftadır bana gelenler arasında en çok sorulan soru şu: “Bir göktaşından dolayı çok yakında Dünya’nın sonu gelecekmiş doğru mu?” Bu soruya tatmin edici bir yanıtın tarafımca verilmesi mümkün değil. NASA’da çalışmış olmak uzay bilimlerinin her dalında uzman kılmıyor insanı maalesef. Yaklaşan asteroitleri, yıldız tozlarını, astronot sağlığını, uzayda yaşamı, roket fırlatma sistemlerini, satelit çalışma prensiplerini, robotik gelişmeleri, hubble gözlemlerinin analizlerini vb. aynı anda bilmek kimsenin harcı değil. Bu konuda yapılan tarışmalara ve de tartışmacılara olan yakınlığımdan dolayı onlardan aldığım bilgilere dayanarak size detaylara inemeden sadece şunu söyleyebilirim: Son 20 yıldır “Dünya’nın sonu” başlıklı yazılar sürekli gündemde. Ardında hiçbir bilimsel veri yok. Bu şekilde dikkat çekmek ya da para kazanmak amacıyla ortaya atılan haberler maalesef halkta uzay haberlerine karşı tepki ve duyarsızlık oluşturmakta. Köyü yanan yalancı çobanın hikâyesindeki gibi gerçekten bir göktaşı geliyor haberi olsa korkarım kimsenin umurunda olmayacak. NASA’da bilim adamı ve (Dünya’yı tehdit edebilecek göktaşlarını incelemek üzere) yeni kurulan bir birimin (Planetary Defense Coordination Office) yöneticisi Lindley Johnson bakın son zamanlarda yayılan “Dünyanın sonu geliyor” dedikodusuna nasıl yanıt veriyor: “İster bir futbol sahası kadar küçük isterse bir şehir büyüklüğünde olsun Dünya’ya çarpacak bir göktaşının (asteroidin) oluşturacağı hasar kolay kolay altından kalkamayacağımız büyüklükte olur. Şimdiye kadar tespit edilen bütün göktaşları içerisinde Dünya’ya çarpma ihtimali en yüksek olanın bile çarpma olasılığı 1/700.000. Tabii ki bu olasılıklar sürekli değişebilmektedir. NASA olarak olabilecek her türlü olasılığa karşı üzerimize doğru gelen göktaşının yönünü değiştirebilmek için neler yapılacağı konusunda araştırmalarımız yeni yeni gelişmeye başlamıştır.”

        NASA’nın sırf bu proje için 2016 araştırma projesine yaptığı yatırım 50 milyon dolar civarında. Şimdilik uygulanacak plan göktaşının çarpma olasılığı artarsa “Armageddon” adlı filmde olduğu gibi asteroidi Dünya’ya yaklaşmadan uzayda parçalamak. Bu plan başarılamazsa Dünya’ya çarpma anında yapılması gerekenler “B planı” olarak düşünülüyor.

        Hatırlarsanız 2013 yılında Rusya’nın Chelyabinsk bölgesine sadece 20 metre çapında bir meteor düşmek üzereyken havada patlayıvermişti. Bu patlama sırasında Güneş’in verdiği sıcaklığın 30 kat fazlası hissedilmişti. Toplam 1200 kişi oluşan şok dalgalarından bomba patlamışçasına etkilenmiş, yüzeyel yanıklar, körlük ve sağırlık şikâyetleriyle hastanelere kaldırılmıştı. Çevrede oluşan zararın maliyeti ise 30 milyon doların üzerindeydi. Bu örnekten yola çıkarsak küçük de olsa bir asteroidin Dünya’ya çarpmasının ardından oluşabilecek hasarın büyüklüğü ne olur düşünmek bile istemiyor insan. Bütün bu projeleri okurken (her zamanki gibi) yanıtını bulamadığım 2 soru kafama takıldı:

        1- Neden sadece Dünya’ya çarpacak bir asteroit korkusunu yaşıyoruz? Bu çarpma Dünya’ya değil de Ay’a olsa etkilenmemiz eşit derecede olacaktır. Dünya Ay’ın bulunduğu konum sayesinde dengede.

        2- Niçin insanoğlu birbirini dolandırmak, öldürmek, tecavüz etmek ve doğayı katletmek için harcadığı enerjinin sadece onda birini uzaydan silinip gitme ihtimalini düşürmeye harcamıyor? Biraz çaba sarf etse birtakım değer yargılarını değiştirerek daha farklı bir düzen ve anlayış içerisine girecek

        Diğer Yazılar