Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir insan hiç yemek yemeden kaç gün yaşayabilir? Bu soruyu tıbbi makaleler (bulunulan ortam koşullarına bağlı olarak) 1-3 hafta olarak yanıtlıyorlar. 1997 yılında British Medical Journal’da yayımlanan bir makalede insanların hiçbir şey yemeden 40 gün hayatta kalabilecekleri iddia ediliyor. Scientific American isimli dergide ise bir editör, 1981 yılında Kuzey İrlanda’daki bir hapishanede 10 kişinin açlık grevi yaptıklarında 46-73 gün hayatta kalabildiklerini hatırlatarak “Aslında insanoğlu açlığa tahminlerin çok üzerinde dirençlidir” diyor.

        Gelelim susuzluğa...

        Bir insan ne kadar süre susuz kalabilir? Bu soru da ilk soru gibi kolay kolay yanıtlanabilecek türden değil. Çünkü bilinen bir gerçek var: Yediklerimizden de su alıyoruz. Sonuçta kaybettiğimiz sıvı kadar sıvı almadığımız takdirde tüm organlarımızda ciddi hasarlar meydana gelebiliyor. George Washington Üniversitesi’nden Dr. Randall K. Packer “Maratonda koşan bir atlet kaybettiği kadar suyu kısa sürede geri alamazsa ya da sıcak bir günde otomobilde bırakılan bir bebek derhal (tercihen damardan) rehidrate edilmez ise 2 saat gibi kısa sürede hayatlarını kaybedebilirler” diyerek su dengesinin ne kadar önemli olduğunu belirtiyor. Şayet susuzluk fazla efor sarf edilmeyen ve çok terlenmeyen bir ortamda gerçekleşirse hayatta kalabilme süresi 3 gün olarak tahmin ediliyor.

        “Nereden çıktı bu sorular?” diye merak ediyorsanız üçüncü sorumun yanıtına da bir göz atalım önce... Sanırım vermek istediğim mesajın önemini vurgulayan çok önemli sorular bunlar.

        Ne kadar süre nefes almadan yaşayabiliriz? Her ne kadar İspanya’dan Aleix Segura Vendrell isimli şahıs 24 dakikayı aşkın bir süre nefessiz kalmayı becererek Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi başarmış olsa da normalde 3 dakika kadar nefessiz kalmak insanı ölüme götürebiliyor. Bu sürenin üzerine çıkıldığı an, beyin hücreleri yavaş yavaş zarar görmeye başlıyor. Kısacası yemek yemeden, su içmeden günlerce hayatta kalabilmemize rağmen nefes almadan yaşama süremiz sadece dakikalarla kısıtlı kalıyor.

        Yetişkin insanların bir dakika içerisinde alıp verdiği nefes sayısı yaklaşık 12-20 kez. İstemsiz ve kontrolsüzce... “Nefes aldım, şimdi de vereyim” diye düşünmeden göğüs kafesimiz hayatımız boyunca milyonlarca kez yükseliyor, iniyor... Her an, her saniye bu yaşamsal işlevimiz devam ederken bulunduğumuz ortamdaki havanın kalitesi sağlığımızda yediklerimiz ve içtiklerimizden çok daha büyük bir rol oynuyor.

        Geçen hafta Dünya Sağlık Örgütü’nün çok önemli bir ilanını görünce şahsen paniğe kapıldım. Çünkü yıllardır devam eden araştırmaların sonuçları (her ne kadar dünya basınında çok sönük bir haber olarak geçse de) çok ama çok önemli. Herkesin sessizce dinleyip üzerinde günlerce düşünmesi, tartışması gereken türden... Bana kalırsa ne Amerika’daki Donald Trump-Hillary Clinton savaşı, ne ülkemizdeki Lozan Antlaşması tartışmaları, ne de uzay misyonlarının son geldiği aşamalar önem sıralamasında bu haberin önüne geçebilecek aciliyette. Çünkü yapılan ilana göre tüm dünyadaki popülasyonun % 92’si kötü hava solumaktan dolayı ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze. İlandaki dünya haritasında açık sarıdan koyu kırmızıya doğru koyulaşan tonlarla tehlikenin dünya ülkelerine dağılımı gösterilmeye çalışılmış. Maalesef Türkiye’miz koyu sarı ve portakal renklerle boyanarak hava kirliliği ile bilinen (yaşadığım) Texas Eyaleti’nden daha kirli olarak işaretlenmiş. Dünyanın dört bir yanından Dünya Sağlık Örgütü’ne yağan sağlık raporları incelendiğinde ölümlerin % 11.6’sının hava kirliliğinden kaynaklandığı ortaya çıkmış. Sokağa çıktığınızda “Eskidendi o günler, artık çok şükür hava daha temiz. Ben bir kirlilik hissetmiyorum” dememizin sebebi bir duman ve koku alamamamızdan kaynaklanıyor. Oysa yapılan ölçümlere göre fabrikaların atmosfere saldıkları (kokusuz, dumansız) yaklaşık 2-3 mikrometre büyüklüğündeki mikroskobik partiküllerin miktarı hızla artıyor. Varlığını hissetmeden soluduğumuz bu partiküller akciğer hastalıklarına, kalp damar rahatsızlıklarına, felce ve çok ilginçtir ki (metabolizmayı yavaşlatarak) obeziteye, hemen ardından da obezitenin davet ettiği kalp, şeker hastalığı gibi diğer sağlık sorunlarına sebep olmakta.

        Bu problem “E, biliyoruz zaten, ne yapalım yani?” deyip önemsemeden, hiçbir şey yapılmadan geçilecek bir problem değil. Fabrikaların bacalarından salınan bu “mikroskobik boyuttaki katillerin” çok özel filtreler takılarak engellenmesi, bu engellemenin de çok ciddi bir şekilde devletin görevlendireceği ekipler tarafından teftiş edilmesi, uygulanabilecek ekstra önlemlerin bilim insanları tarafından derhal gündeme getirilmesi şart. “Avuç içi kadar fidan dikiminin değil özel bir planla büyük fidanlar kullanılarak ağaçlandırma çalışmalarının artırılması şart” deyip duruyordum ya yıllardır... Maalesef artık geri dönüşsüz bir yola girdiğimiz ve bu saatten sonra ağaç dikmenin bile bizleri bu zehirlenmeden kurtaramayacağı gerçeğiyle üzülerek teklifimi yineleyemiyorum bu sefer. Tek umudum en azından var olan orman katliamlarına bir an evvel son verilmesi.

        Dünya Sağlık Örgütü araştırmacıları hava kirliliğinin yüksek oranlara fırladığı dönemlerde “Mümkün olduğu kadar evlerinizden çıkmayın” anonslarının da pek işe yaramadığını, bu son çalışmalarında gerçekleştirdikleri evlerdeki hava analizleriyle ispatlamış bulunmaktalar. Dışarıdaki toksik maddeler her pencere ve kapı açıldığında, bacalardan, balkonlardan evlerimize girmekte. Bu girişi önlemenin imkânı yok. Üstelik temizlik için kullanılan deterjanlar, evi süpürdüğünüzde havalanan mantar sporları ve diğer alerjenler, alet ve eşyalarınızdaki boyalar, aseton ve daha saymakla bitmeyecek birçok uçucu gaz da cabası. Ev havasını filtre ederek temizleyen cihazlar elbette var, lakin her odaya bir filtre takılabilecek maddi yatırımı nüfusun kaçta kaçı yapabilir bilemiyorum.

        Benim buradan size tavsiye edebileceğim şey, muhtemelen ilk etapta “Hadi canım sen de” diyeceğiniz fakat bilimsel araştırmalarla ispatlanmış çok kolay ve de pahalı olmayan bir yöntem. Üstelik bu yöntemin moralinizi düzeltecek, göz zevkinizi okşayacak bir yan hizmeti de var.

        EVLERİN HAVASINI TEMİZLEMEDE EN KEYİFLİ YÖNTEM

        NASA’da yapılan bir araştırmada bazı bitkilerin ev içerisinde yetiştirilmesinin alerji, astım, baş ağrısı gibi sağlık sorunlarına yol açtığı iddia edilse de Norveç’teki botanik uzmanları “Evde neyi yetiştireceğinizi iyi seçmeniz gerekiyor. Doğru bitkileri seçerseniz, odadaki sayısını abartmazsanız o bitkiler sağlığınızı düzeltebilir, hatta ömrünüzü uzatabilir” diyorlar. Örneğin çiçekçilerin önünden geçerken saksılarda gördüğünüz kırmızı çiçekli bromeliad çiçeklerinin evlerin havasını elektronik aletlere taş çıkarırcasına temizlediği ispat edilmiş. “Her odaya bir tane gerek” diyor New York Üniversitesi kimya mühendislerinden Vadoud Niri. Nitekim NASA da, uzay istasyonunda ve diğer kapalı ortamlarda havayı böylesi bir doğa güzeliyle temizlemede karar kıldı.

        “Bromelia”nın dışında evlerinizin havasını filtre eden başka çiçekler de var. İsterseniz resimleriyle birlikte birkaç örnek daha vereyim. Zevkinize göre seçmek size kalmış: Aloe vera, kurdele çiçeği (Chlorophytum comosum), gerbera papatyası, peygamber kılıcı (Sansevieria trifasciata), pothos sarmaşığı (Scindapsus aureus), krizantem (Chrysanthemum morifolium), benjamin çiçeği (Ficus benjamina), açelya (Rhododendron simsii). “Ben hiç çiçek yetiştiremiyorum, elimde ölüveriyorlar” diyenlere önerim ise çiçeklerine birer isim verip onlarla sabahları konuşmaları ve çiçekçinin önerisine göre sulamaları. Sevgiyle her şey mümkün.

        Yeşil renk hava kirliliğinin tolere edilebilir olduğu bölgeleri gösteriyor. Sarıdan kırmızıya doğru olan tüm renkler hava kirliliğinin hayati tehlike taşıdığı bölgeleri. Renk koyulaştıkça tehlike artıyor. Bu harita Dünya Sağlık Örgütü tarafından geçen hafta yayımlandı.

        Diğer Yazılar