Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        EVİNDESİN! Tabakta bir dilim muzlu kek üzerinde bir top çilekli dondurma, yanında bir bardak bergamut aromalı çay... Odadaki bir duvarın tümünü kaplayan orman manzaralı posterin önünde rahat bir koltuğa kurulmuşsun. Doğa seslerinin kaydedildiği CD ya da MP3 çalardaki bülbül ve rüzgâr sesine konsantre olmuşsun... Vantilatörden yüzüne vuran serin esintiyle birlikte, odada yanan mumdan gelen çiçek kokusunu akciğerlerinin derin köşelerinde hissederek tam bir ohhh çekecekken duruyorsun. Bu işte bir terslik, bir kandırmaca var. Çayını ve tabağını kaptığın gibi ya balkona çıkıyorsun ya da pencereni açıyorsun. Binaların çirkin çatıları ve nasıl olduysa kesilmeden kalan bir iki ağaç tek manzaran. Ama olsun! Esen rüzgârın, bir iki cik cik sesinin gerçek olması huzur veriyor. Çayından bir yudum, eriyen dondurmayla hafifçe nemlenmiş mis kokulu kekinden bir parça alıyorsun. Biraz önce kursağında kalan rahatlama duygusunu yaşıyorsun. Hah şöyle, şimdi oldu...

        Üzgünüm ama hayır, olmadı! Az önce bilimin ürettiği, sentetik ve sağlığını tehdit eden lezzetten bir parçayı midene indirmiş bulunuyorsun.

        Amacım keyfinize limon sıkmak değil; amacım defalarca üşenmeden tekrar tekrar yazdığım ve yazmaya devam edeceğim bir gerçeği bu hafta da gündeme getirmek. Son iki aydır besin kaynaklı gelişen sağlık sorunları ve önlemleri üzerine tartışmalar uluslararası bilimsel toplantılarda ciddi boyutlara ulaştı. Beslenme diyetetik uzmanları, kimyagerler, hekimler, besin ürünleri üreten tüccarlar ve biz çaresiz tüketiciler artık bu ciddi soruna hep beraber eğilmek zorundayız.

        Geçen hafta İngiltere Fizyoloji Derneği’nin Birmingham’da düzenlediği toplantıda “ne yediğimizi sanarak, neler yediğimiz” uzun uzun tartışıldı. Özellikle Lancaster Üniversitesi’nden Dr. Audrey Spencer‘in, halkın market alışverişi yaparken ne kadar bilgisizce ürün seçtiğini örneklerle anlatması basının da ilgisini çekti. Gerçekten de market arabasını alıp hızlı hızlı yerleştirdiğimiz sütün, yoğurdun, bisküvinin, şekerin, içeceklerin, konservelerin içeriğini okuyor muyuz? Okusak bile anlıyor muyuz? Anlasak bile umurumuzda mı? Televizyonda izlediğimiz güzel görüntülü reklamlar, çocukluğumuzdan beri var olan firmalar, komşunun tavsiyesi, ağzımıza koyduğumuz anki lezzet yeterli kalite kriterlerimiz maalesef. Hele aldığımız paketin üzerinde “doğal” kelimesini okuduk mu, büyük bir yürek ferahlığıyla çocuklarımızın önüne de sürüveriyoruz tabağı. O “doğal” sanılan yiyecekler (teşbihte hata olmazmış) inanın Lady Gaga‘nın makyajlı yüzü kadar doğal. Bir meyve ya da baharat isminin ardından “aroma” kelimesini okuyorsanız, bu, o üründe o meyve ya da baharat YOK demektir! Kokusu vardır ama, çoğunlukla o koku da laboratuvarlarda (örneğin petrolden, böceklerden ve daha başka ucuz kaynaklardan) üretilir. Besleyicilik oranı ise sıfırın altında bir yerlerde.

        Mayu Yamamoto adlı bir Japon bilim kadını inek dışkısından vanilya aroması üreterek “Ig Nobel Ödülü”nü boş yere almadı. Üreticilerin aradığı köşe. Keyifle aralarında tartışıyorlardır herhalde: “Kaynak bol ve ucuz. Kattığımız ürünlere ‘Doğal vanilya aromalı’ yazarız olur biter. Doğal mı? Doğal! Vanilya aromalı mı? Evet! Yalan değil ki başımız ağrısın!”

        “Peki biz ne yapalım? Aç mı yaşayalım? Ne varsa onu tüketmek zorundayız” dediğiniz an, zaten kaptırılmış paçanızı iyice sağlığınızı hiçe sayan besin üreticilerinin eline teslim etmiş oluyorsunuz. O’lu, bu’lu şu’lu yiyecekler almak yerine öz saf maddeleri kendiniz alıp karışımı evde hazırlayın. Arz ve talep döngüsündeki rolümüz çok önemli. Seçim size kalmış. Ya meyveli yoğurdu, muzlu keki, limonlu çayı, üzüm ‘aromalı’ meyve suyunu ve diğer yalancı yiyeceklerin doğrusunu evde kendiniz yapacaksınız ya da “çilek kokulu bir dünya”da, süregelen düzeni bozmadan, sağlık sorunlarıyla yüz yüze, birilerinin cebini doldurarak sessizce yaşayacaksınız.

        Hawaii kumsalında plastikten kayalar!

        ÇÖP olarak attığımız her plastik madde doğada yüzyıllarca kaybolmadan kalıyor. Yaşadığımız bu güzel gezegeni bile bile kirleten biz insanoğulları, yaptığımız hatalardan ders almayı da beceremiyoruz. Maalesef ölen kuş, balık, sürüngen ve diğer zavallı canlıların fotoğraflarının gerek basın gerekse sosyal medya aracılığıyla sürekli paylaşılması bile bizleri yürürken yola pet şişe fırlatmaktan, gereksiz plastik torba sarf etmekten alıkoyamıyor. Özellikle denize atılmış plastiklerin kuzey ve güney kutuplardaki buzullardan çıkması artık ne yazık ki çevrecileri ve bilim insanlarını bile eskisi kadar şaşırtmıyor. Batı Ontario Üniveristesi araştırmacılarından Jeolog Dr. Patricia Corcoran ve ekibi geçen hafta GSA Today adlı dergide ilginç bir bilimsel gözlem yayınladılar. Hawaii sahillerinde yürürken sıklıkla karşılaştıkları garip şekilli kayalar araştırmacıların dikkatlerini çekiyor. Kimyasal içeriğini incelemek üzere laboratuvara örnekler götürmeye karar veren Dr. Corcoran elde ettikleri sonuçları şöyle özetliyor: “Amorf ve koyu renkli bu garip kayaların içeriği tamamen plastik. Ya yanarak ya da bilmediğimiz bir kimyasal reaksiyonla birbirine yapışan çöpe atılan lastikler bu şekilsiz ve çirkin kayaları oluşturmuşlar. Hawaii kumsalları boydan boya bunlarla dolu. Bize öyle geliyor ki yıllar geçip de insanoğlu bu kirlettiği gezegende soyunu tükettiğinde geriye sadece kendi çöplerinden oluşmuş kayalar bırakacaklar. Daha tanımadan, bu kayaları bizden sonra bulacak yüksek medeniyetli uzaylılardan resmen insanlık adına utanıyoruz.”

        Diğer Yazılar