Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ALEJANDRO González Iñárritu’dan tahtını sinema tarihine zımbalayan bir yapım daha. “Birdman: Cehaletin Umulmayan Erdemi” bu yılın en iyi film ve en iyi yönetmen olmak üzere iki önemli Oscar ödülünü bileğinin hakkıyla elde etti.

        Ama hafta ortası bu filmi yazı konusu yapmamın tek nedeni, iyi olması değil.

        Görünürde çaptan düşmüş ama gösteri dünyasında ikinci bir şans arayan aktörün yeniden beğenilmek için giriştiği zorlu macerayı anlatıyor “Birdman”. Başrolde yer alan Michael Keaton’ın meşhur Batman serisinin ilk filmlerinde oynamış, daha sonra bırakmış olması; Batman’in proje aşamasında iken yapımcılar tarafından “Birdman” adıyla piyasaya sürülmesinin düşünülmesi, filme sinema sektörünün iç referanslarıyla örtüşen sahicilik değeri yüksek tatlar katıyor. Michael Keaton, büyük bütçeli süper kahraman filmlerinin popüler oyuncusu iken; biraz yaşlandığı, biraz da canlandırdığı fantastik kahraman kendi gerçek kişiliğini kemirmeye başladığı için projeyi devam ettirmekten vazgeçen Riggan Thompson için olağanüstü uygunluk arz ediyor.

        Canlandırdığı rol, gerçek kimliğini baskılamaya kalktığı için sevdiği sade bir edebiyat eserini Broadway’e uyarlamaya çalışan ve bu arada tiyatronun kaprisleriyle tanışan bir karakterle karşı karşıyayız. Riggan’ın kabul görme isteği Broadway’in beğeni kriterlerine toslamakla kalmıyor, adamın içinde ve yanında, artık ikinci bir kişiliğe, aslında kocaman bir alter egoya dönüşmüş olan “Birdman”in onayını da alamıyor. Riggan’ın kederi, kendisini Tanrı parçacığı gibi algılayan ve izleyiciyi yönetmenin, onun duyularını ele geçirmenin verdiği eski “mütehakkim” günleri özleyen diğer yarısının akıl çelici fısıltılarına maruz kalmaktan kaynaklanmakta.

        Takdir edersiniz ki Birdman bu yönüyle çook tanıdık bir karakter.

        Birdman’i izlerken kendi kendisiyle konuşmaya başlamış, gerçeklik yitiminin eşiğinde olan bir ex şöhreti görmüyorsunuz sadece.

        Medya aracılığıyla oluşturduğu kamusal kimlik eliyle kitleler için zihin ve davranış kodları tasarlayan, kitlelerin yaptıkları tercihlerini belirleyen ya da tercihlerinden utanmalarını sağlayan, onlara rüyalar satan, onları bir şeyi sevmeye ya da linç etmeye mahmuzlayan, hayati ihtiyaçları değersizleştirip komplekslerin peşine düşmeyi örgütleyen ve bunları yapabiliyor olmanın verdiği güçten başı dönen yazarları, medya mensuplarını, sanatçıları velhasılı kendi kendisiyle konuşmaya başlamış bütün “Tanrı parçacıklarını” görüyorsunuz.

        İyi bir şey yapmak istediklerinde bile omuzlarının üzerine tünemiş tok sesli bir heyula var. Sürekli olarak “Biz nasıl bu hallere düştük?” diyen.

        “Biz nasıl bu hallere düştük, eskiden çıkarlarımız gerektirdiğinde hükümet devirir ve halkı da bunun kendi çıkarlarının lehine olduğuna ikna edebilirdik.”

        “Biz bu hallere nasıl düştük, eskiden kendi arzularımızı milletin arzuları haline getirebilir, gelmiyorsa da oldubittiye getirebilirdik.”

        “Biz bu hallere nasıl düştük, eskiden devlet erkanını pijamayla ağırlardık, başbakanlar randevu, bakanlar icazet almak zorunda kalırdı.”

        “Biz bu hallere nasıl düştük, eskiden bir düdükle başörtülü kadınları dünyanın en ciddi tehlikesi haline getirebilir, bir komutla Türkiye’nin yarısını iç düşman kapsamına aldırabilirdik.”

        ****

        Riggan en azından “farkında” idi. Tek istediği yeniden sevildiğini, kabul gördüğünü hissetmekti, onu aldı ve gitti.

        Bizim Tanrı parçacıkları o kadar şanslı değil. İçindeki Birdman’i susturamadığı gibi, onun güçlü ve parlak tüylerinin hatıraları arasında kaybolup gidiyor; sorumluluk almıyor ve hatalarıyla hesaplaşırlarsa kendilerine ilişkin devasa algılarının yıkılacağından ve enkazın altında kalacağından korkuyorlar.

        Günün dinamikleri, imtiyazlarının küçük bir kısmını elinden alıyormuş, hatta kendilerine ufaktan hesap da soruluyormuş diye kızıyorlar.

        Kendilerini bu ülkeye ait hissetmiyor, ülkenin kendilerine ait olduğunu düşünüyorlar. Ellerinden kayıp gidiyorsa eğer, her şey yerli yerine oturuyorsa yani, değersizleştirilmesinde, karalanmasında da bir sakınca olmadığına inanıyorlar.

        Hyatt Regency’nin jakuzisinde devrim tasarlayıp bu tasarıma inanmayan insanların yoksunluktan şapşallaştığını iddia ediyorlar günün sonunda.

        “Üstünlük duygusu” çekiyor, kan çekiyor, tüy çekiyor, “kibir” çekiyor, birbirlerine benzer hale geliyorlar.

        Bir bakıyorsun kerameti kendinden menkul apoletli muteberlere isyan edeni bile viski bardağıyla “mesaj” verir, ayaklarını yüzümüze yüzümüze uzatır olmuş.

        Diğer Yazılar