Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SAVCININ ölümü, birbirinden şaşırtıcı ve esef verici özgüven sahnelerine neden oldu. Bazı güya demokrat adamlar çıktılar, Berkin Elvan’ın ailesinin bile tavır aldığı, “Düşün yakamızdan” demeye getirdiği örgüte sahip çıktılar. “Onlara terörist diyemeyiz” diyenlerin beyanatını şaşkınlık ve iğrenme içinde okuduk. Bir savcıyı makamında rehin alıp kafasına bitişik nizamla üç kurşunu sığdırabilen adamlara “Terörist değildirler” demek, açık biçimde şu anlama geliyordu: “Ülkeyi yöneten adamla sorunumuz var, ülkeyi yöneten partiyle sorunumuz var, bu sorunun şiddet içeren yöntemlerle aşılması halinde de kınamayız, hatta memnun oluruz. Devrimci şiddet deriz, kahraman deriz, gepegenç çocuklar deriz. Çok sıkışırsak savcıyı devlet öldürttü aslında deriz.”

        *

        Savcının ölümü, taşın altına elini koyanlar ile arazi olup sorumluluktan kaçanları sonsuza dek ayrıştırdı. Ümit Kocasakal ve Sezgin Tanrıkulu iki örnek. Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı rehin alan eylemcilerin arabuluculuk yapmasını istediği İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın daveti üzerine koşa koşa Adalet Sarayı’na geldi. Sezgin Tanrıkulu ise “Gelirim, gün içinde ilgileneceğim” demesine rağmen ortadan kayboldu, telefonlarını kapattı.

        İstanbul Baro Başkanlığı görevi de DHKP-C gibi bir örgütle özdeşleştirilmekten korkmayı, çekinmeyi gerektiren bir pozisyondu. Ancak hırçın muhalefeti ve ulusalcı damarıyla bilinen Kocasakal, görevden kaçmadığı gibi, avukatların aranmasıyla ilgili meselenin yarattığı krizi de İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihlioğlu ile müzakere ederek çözdü. Altı maddelik bir mutabakat metni, hem güvenlikle ilgili kaygıları hem de avukatların, hâkim ve savcılar karşısında aşağılanması tehlikesini ortadan kaldırdı. CHP içindeki ılımlılar-makuller arasında sayılan Tanrıkulu ise pozisyonunu kaybetmeme adına önemli bir sınavı kaybetti.

        *

        Güvenlik demişken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Romanya seyahati dönüşü verdiği röportajda ısrarla üzerinde durduğu, “Özel güvenlik şirketleri bu türde önemli alanları koruyamıyor” tespitinin yerindeliğini ispat eden gelişmeleri de es geçmemek lazım.

        Savcının ölümü, özel güvenlik şirketi tarafından korunan Çağlayan Adliyesi’nin aslında korunmadığını gözler önüne serdi. Kamera kayıtları, lakaytlığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı.

        Teröristler, avukatların kullandığı C kapısından ellerini kollarını sallayarak giriyorlar. Özel güvenlik şirketi elemanının normalde; kolunun üstünde avukat cübbesi olan kişinin çipli kimlik kartını sisteme okutmasını istemesi gerekiyor. Ama istemiyor. Sebebi belli değil. Aynı güvenlik şirketi elemanının, avukatın bir tür x-ray sayılabilecek olan “duyarlı kapı”dan geçip geçmediğine dikkat etmesi gerekiyor. Ama kamera kayıtlarının gösterdiği şekilde avukat taklidi yapan terörist duyarlı kapıdan geçmiyor, buna rağmen özel güvenlik şirketine bağlı çalışan güvenlikçi tarafından hiçbir şekilde engellenmiyor.

        Savcının ölümü, özel güvenlik şirketlerinin performansı notunu eksiye düşürmek için yetiyor da artıyor.

        *

        Ve tabii, savcının ölümü bir lahzada cevaplanamayacak şu soruyu tekrar çakıyor zihinlere. O da şu: Yatıp kalkıp Türkiye’yi çevreleyen tehlikelerden bahsediyoruz. Avrupa’nın ikinci büyük adliyesi olan Çağlayan Adliyesi’nin bu kadar kötü korunduğunun algılanabilmesi için ille de bir yargı mensubunun ölmesi mi gerekiyordu?

        Diğer Yazılar