Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çin ziyaretine eşlik ettiğim için dönüşte karşılaştığım ilk tepki, “Füze savunma sistemiyle ilgili mesele ne oldu?” sorusu oldu. “Türkiye teklifle ilgili kararını verdi mi?”

        Henüz açıklanan bir karar ya da bize aktarılan bir görüşme yok. Fakat bu konunun konuşulmadığını düşünmek gerçekçi olmaz.

        Hele hele içinde bulunduğumuz coğrafya açısından gün geçtikçe daha da belirginleşen “Türkiye’nin kendisini, kendi imkânlarıyla koruma-savunma zorunluluğu” en önemli gerçeklerden biri haline gelmiş iken...

        Neden? Çünkü NATO şemsiyesi tek başına yetmiyor. Yetersizliği bir yana bırakın, müttefik olmamız gereken ülkeler yaşadıkları sıkıntılarda Türkiye’deki kimi çevrelerin de ağzına bakarak NATO’yu ülkemize karşı bir silah haline getirmeye yeltenebiliyorlar.

        Türkiye’nin füze savunma sistemi T-LORAMIDS (Turkish Long Range Air and Missile Defence System- Türk Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi-UMBHFSS) ihalesini ABD yahut İtalya-Fransa yerine Rusya ya da Çin firmalarına verme olasılığı da yerli-yabancı benzer çevreler tarafından eksen kayması olarak değerlendirilebiliyor.

        Oysa hayatın şöyle acı gerçekleri var: Bir ülkenin “ulusal stratejik caydırıcılık gücü” bakımından sahip olduğu en önemli avantajlardan biri, envanterinde bulunan ve balistik füze kullanabilen stratejik silah sistemleri. Selahattin Demirtaş’ın bile dediği gibi silahı olamayana devlet denmiyor.

        Tarih olmuş 2015; Türkiye bu zamana kadar yıllarca NATO’nun tehdit algısına sadık kalmış, NATO’nun sağladığı güvencenin anlamlı olduğunu düşünmüş bir ülke. Silahsızlanmayla ilgili bütün anlaşmalara imza atmışız. Ancak füze teknolojisine sahip devlet sayısı hızla artarken balistik füzelerce hedefe taşınan biyolojik, kimyasal ve nükleer kitle imha silahları da, kullanımı da yaygınlaşıyor. Ya devletler ya da kendisini devlet zanneden devlet dışı hibrit yapılar tarafından kullanılıyorlar ve uluslararası denetim mekanizmaları da yetersiz kalıyor. Üstelik uluslararası barışın tesisinde garantör olduğu düşünülen devletlerin aslında asimetrik tehditlerin çoğaldığı bir düzen istediklerine dair şüpheler giderek artıyor. Bütün bunlar da Türkiye’yi en uygun fiyata, en kaliteli savunma sistemini kuracak olan kim ise ona yönlendiriyor.

        Türkiye için ayrıca olmazsa olmazlar var: Ortak üretim şartı, teknoloji transferi, yerli katkı payı, teslim süresi ve fiyat avantajı arıyor. Çin’in adı bu yüzden öne çıkıyor. İhale sürecinde teknik şartnamenin yanı sıra bu kriterleri karşılayabilen tek ülke Çin.

        Elbette bu işin ABD’ye verilmesi, siyasi ve stratejik sonuçları açısından bazı avantajlar sağlardı. Ama ABD gerçekleştirdiği bu türden askeri satışlarda alıcı ülkeye bazı belgeler imzalatıyor. En önemlisi EUMA (Son Kullanıcı Takip Anlaşması). Buna göre ABD sattığı sistemi kesintisiz olarak denetleme ve ABD çıkarlarına aykırı şekilde kullanılıp kullanılmadığını belirleme hakkına sahip. Yani ABD teknolojisine sahip olmanın bedeli, ulusal güvenlik meselelerinde bile egemenlik hakkınızdan feragat oluyor. Teknoloji transferinde de sicili parlak değil.

        İtalya-Fransa ortaklığından oluşan “Eurosam”, Türkiye ile ortak üretime sıcak bakmıyor. Rusya ise yüksek fiyat talep ediyor.

        Çin ise Türkiye’nin bir ülkeye/tarafa bağımlı kalmayı değil karşılıklı bağlılık politikasını kabul ediyor. Türkiye’nin ekonomik ve kaliteli olan, güvenlik/savunma konusundaki milli yeteneklerini geliştirmesini mümkün kılan tarafın teklifini kabul etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak böyle bir tercih yaparsa başta ABD olmak üzere NATO ülkeleriyle ciddi bir gerilim yaşayabileceği de ortada.

        Türkiye, Batı ittifakı tarafından olumsuz karşılanma ihtimalinin dezavantajları ile soğuk savaş şartlarında benimsemek zorunda kaldığı “NATO’ya güvenme olgusu”- nun güvenlik zafiyeti oluşturduğu gerçeğinin yarattığı paradoksla yüz yüze.

        Çin’in teklifini kabul etmek, NATO’dan dramatik bir kopuş anlamına gelir mi?

        SETA’nın (Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) hazırladığı Türkiye’nin füze savunma sistemi ihale sürecine dair kapsamlı bir raporun analizinden anladığım kadarıyla “hayır, gelmez”. Hatta şöyle: “Füze savunma ihalesi gibi mikro ölçekte bir gelişmeyi, eksen kayması gibi makro ölçekte bir sapma olarak nitelendirmek irrasyonel bir tutumdur.”

        Nedenlerini bilahare okuyun derim. Bugün-yarın yayında olur.

        Diğer Yazılar