Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1 Kasım öncesinde AK Parti ve tabanının milliyetçileştiği analizleri hız kazanmıştı. Seçimden sonra “AK Parti MHP’lileşti” iddiası uçuşmakta.

        1 Kasım öncesinde neler oluyordu ve seçimlere hangi şartlarda gidildi bir bakalım:

        1) Ateşkesi bozduğunu ilan eden PKK, çatışmasızlık sürecini de sona erdirmiş ve eylemlere başlamıştı. Ülke PKK’nın silahlı birlikleri tarafından tehdit ediliyordu. 2) PKK’nın yöneticilerinden Duran Kalkan, devletin ordusuna seslenerek “Vatan AKP mi? Ordu kendisini kullandırtmasın” diyerek devleti oluşturan siyaset dışı kurumlara, “Erdoğan ve AKP’den kurtulmak” istiyorlarsa PKK’nın “seküler” formasyonuna yakın durmalarını öğütlüyordu; bu laflar bazı Türklere “sempatik” geliyordu. 3) Suriye’de PYD’nin başlattığı kantonlaşma pratiğine gelen ABD ve İran desteği, PKK-PYD’nin nihayet kendi teritoryal egemenlik alanlarını kurabilecekleri vehmine kapılmasına neden oluyordu. Kürtleri “Türkiye’nin yanında” değil, “Türkiye’nin karşısında” hareket etmeye teşvik ettiler. Kısmen de başardılar. 4) Başından beri “AK Parti Kürt meselesini de çözmeyi başarırsa, bunlardan kurtulmamız hayal olur” mantığıyla hareket eden ve iktidarın sorunu “milli dinamiklerle” çözme isteğini her nedense(!) “tehlikeli” bulan Batıcı modernist entelijansiya, “Devlet kutuplaştırırsa birileri de iç savaş çıkarır yani” mealinde yazılar yazarak Türkiye ile PKK’nın savaşındaki saflarının “PKK’nın yanı” olduğunu her aşamada deklare ettiler. 5) Paralel yapı lobisi ve HDP, Türkiye’yi IŞİD destekçiliğiyle suçlayıp ülke ve dünya çapında anti propaganda yaptı. 6) AK Parti tabanını ontolojik olarak reddeden eğreti Türkler ile konjonktürel nedenlerle muhalif haline gelmiş topluluklar “Erdoğan’ı indir-Davutoğlu’nu döv” hedefinin paryası haline getirildi, PKK için kamuyu oluşturuldu.

        “Yahu siz deli misiniz? PKK kendisine sunulan affedilme ve Türkiye’ye entegre olma fırsatını teptiği yetmemiş gibi, yeniden silaha sarıldı, görmüyor musunuz?” dendiğinde, “Yoo dostum, yoo. AK Parti ve Erdoğan, kutuplaşmayı derinleştirmek için bu çatışmaları çıkardı” dediler.

        Millet, Türkiye’nin bütünlüğü ve geleceği rağmına, ülkeye karşı gerilla harekâtına girişmiş silahlı-psikolojik harekâtlı koalisyona oylarıyla cevap verdi. AK Parti’yi yeniden iktidara getirdi.

        Bunun adı “Türk milliyetçiliği” değildir. Öyle olsa MHP oy kazanırdı.

        Bunun adı “AK Parti’nin MHP’lileşmesi” de değildir. Öyle olsa AK Parti, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da sıfırlanırdı.

        Gelinen noktanın adı olsa olsa “Türkiye milliyetçiliği”dir.

        Bir refleks olarak doğması, Türkiye’de onlarca yıldır süren sorun ve ihtiyaçların merkezinde artık yeni tanımlar yapma gereksiniminin bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor. “Türkiye milliyetçiliği” bu kavramda geçen “millet”in nasıl tarif edileceği meselesini de getirecek.

        “Türkiye milliyetçiliği” bugüne kadar bildiğimiz milliyetçilikler gibi milleti etnik kimlikler üzerinden değerlendiren bir milliyetçilik değil. “Türkiye milliyetçiliği” nin içinde bütün etnik kimlikler ve mezheplere yer var.

        Hoca Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaşi Veli’ye, Ebu Eyyub El Ensari’den Hasan Harakani Hazretleri’ne varana kadar ülkenin ruhsal birikimini bir bütün olarak selamlayan Ahmet Davutoğlu’nun bu eğilim için “Anadoluluk” mefhumunu referans olarak gösterdiği sonucunu çıkarabiliyoruz.

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim sonrasında yaptığı muhtarlar buluşmasında sarf ettiği “Milli Birlik ve Kardeşlik Süreci” ifadesi de, başından beri bildiğimiz üzere bütün kimlikleri kapsayan bir tanım. Kriteri “yerlilik” ve “millilik”.

        YERLİ VE MİLLİ OLMAK NE DEMEKTİR?

        Yaşadığın ülkenin coğrafyası, tarihi ve geleceğiyle sağlıklı bir ilişki içinde olmaktır. Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun maddi ve manevi ihtiyaç ve hassasiyetleriyle eşgüdüm halinde olmaktır. Bütünlük duygusunu tahkim etmektir. Bütünlüğe anlam yükleyebilmek ve bu anlamın parçası olmaktan memnuniyet duyabilmektir.

        Yöntemde ayrışsa bile Türkiye’nin izzet ve itibarını yukarıda tutulması gereken bir değer olarak görmektir. Kriz anlarında ve ülkenin geleceğini belirleyecek durumlarda milletin çıkarlarını, kendi ideolojik önceliklerinden ve grup kimliğinden daha önemli ve korunmaya değer bulmaktır.

        Siyasi iktidara muhalefet etmekten kaçınmak değil, ama siyasi ajandası uğruna sosyolojiye, toplumsal dokuya muarız ve düşman hale gelmekten kaçınmaktır.

        “Din bağı bize yeter, ümmet yeter” diyenler olacağını da duyar gibiyim. Hayır, yetmiyor. Unutmayalım: Evini koruyamayan, canını koruyamaz; canını koruyamayan, imanını koruyamaz. Bölgesel ve küresel baskıların uygulandığı ülke, evimizdir.

        Diğer Yazılar