Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Suriye Geçici Hükümeti Başbakanı Ahmed Tuma, insanlık tarihinin gördüğü en zor dönemlerden birini yaşadıklarını anlatıyor. “Ruslar, sadece 6 günde bin hava saldırısı düzenledi. Asker-sivil farkı gözetmeyen Ruslar, DAEŞ ile mücadele bahanesiyle binlerce Suriyeliyi katletti. Muhaliflere terörist gözüyle bakıyorlar. Onlar için ÖSO veya farklı bir grup fark etmiyor” diyor. Ruslar son 85 günde 14 sağlık, 14 yardım, 9 eğitim ve 17 altyapı merkezi ile 22 fırın, değirmen ve gıda temin noktasını hedef almışlar.

        Çok tanıdık değil mi?

        PKK da cami yakıyor, sağlık ocaklarını hedef alıyor. Okullara mühimmat yığıyor ve hatta okul, hastane gibi yerleri barikat haline getiriyor. Silopi, Cizre, Nusaybin gibi kendileri açısından stratejik önemi olan yerleri “Rojava’laştırmaya” çalışıyor. HDP de giderek PYD oluyor.

        Suriye rejimi, Rusya, İran ve PKK-PYD, Türkiye’den Suriye’leşmiş manzaralar vermek istiyorlar dünyaya. İran mezhebi fay hatlarını kışkırtmayı ve kullanmayı seçmişti. Burada sorunun Şiilikten çok Şiiliği Pers milliyetçiliğini gütmek için elverişli bir sopaya dönüştüren İran olduğunu görmek gerekir. Rusya gibi, PYD gibi yapılarla işbirliği yapmasındaki ana etken de İran’ın Sünni İslam’ın nüfuz alanını daraltma amacı taşıması. “Sünni Müslümanları” hedef alması. İran’ın mezhepçi ve milliyetçi ajandasının billurlaştığı sahnede ABD ile ilişkilerinin de düzelmesi tesadüf mü?

        Diyeceğim o ki, buralara hep ABD’nin attığı adımlarla gelindi.

        Beşar Esad “kırmızı çizgiler”i aştığında onu Rusya ile beraber takdis edip koruyanlar, sadece Rusya ve beraber İran’ın önünü açmış olmadılar.

        Mısır’daki değişimi dindar kalarak demokratik sürece eklemlenmeyi savunan İhvan’ı bertaraf ederek bloke edenler, sadece İhvan’ı görevden uzaklaştırmış olmadılar.

        “Sosyoloji umurumuzda değil” demiş oldular. “İçinden İslam geçen hiçbir hareket ve örgütlenme barışçıl bile olsa tarafımızca desteklenmeyecektir” demiş oldular. Zor kullanmayı meşru kabul eden Baasçı-Stalinist yapılara ise sırf “seküler oldukları için” selam vermiş oldular. Bu durum IŞİD’in adam toplamasını kolaylaştırdı. PYD ve PKK’ya, Türkiye’deki barış girişimlerini Suriye’deki kantonlara feda etmelerine neden olacak kadar çok “yeşil ışık” yakıldı. Bu arada IŞİD uzun bir süre “o coğrafyanın” meselesi olarak görüldü ve günü geldiğinde kendilerinin yapamayacağı işleri Rusya’nın yapabileceğini bildiklerinden Rusya’nın alana girmesine izin verdiler. Suriye muhaliflerini “Bu terörist, bu değil” diyerek bir papatya falının konusu haline getirdiler. Rusya da hepsini vuruyor.

        Çin üzerinde de etkili olan Rusya’nın, yanında İran gibi bir “fay tetikçisi” de olduğu halde Ortadoğu’ya nizamat verecek bir role soyunması, NATO üyesi Türkiye’nin ulus devlet nosyonunu zedeleyecek; fiziksel sınırlarını etkileyecek PKK, YPG gibi aktörler arasında rol dağılımı yapması normal şartlarda ABD’nin onay vereceği bir şey olur muydu? Ve tüm olan biten ABD’nin “kafa karışıklığı”, “kararsızlığı” diye geçiştirilebilir mi?

        21 Aralık akşamı TRT Haber’deki Pazartesi Sendromu programında ABD’nin çekimserliğinin gerisinde yatan politik motivasyonu bu nedenlerle “yaratıcı kaos hesabı” olarak tanımlamıştım. “Faydalı kaos” demek daha doğru.

        Çünkü manzara şu: Bölgede Baas ve sosyalizm artığı yapılar; molla ve Stalinistlerin işbirliğiyle oluşan damar, Suriye’de Esad’ı koruma altına alıyor ve Türkiye’nin bir bölümünden Suriye manzaraları verilmesini sağlamaya çalışıyor. Suudi Arabistan’ı Yemen üzerinden sıkıştırıyor ve petro dolar oyunları oynamaya sevk ediyor. ABD’nin ise olan bitenden yara almadığı halde sonsuz söz hakkı var ve tek derdi IŞİD’le mücadele edecek grupları eğiten Türkiye’yi Başika’dan asker çekmeye ikna etmek.

        Belli ki, ABD’ye göre diğer tüm işler yolunda...

        Belli ki, ABD’ye göre bölgede kaos var doğru, ama bu “faydalı” bir kaos.

        ABD için “faydalı” olan Türkiye için de faydalı mıdır? Tecrübelerimiz bu sorunun cevabının her zaman, her koşulda “evet” olmadığını gösteriyor.

        Türkiye’nin ve İsrail’in ilişkileri normalleştirme arayışlarının arkasındaki haletiruhiyenin de bu olduğunu düşünüyorum.

        Diğer Yazılar