Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İngiltere’de yapılacak olan ve “AB’de kalma ya da ayrılma” kararının sonucunu tayin edecek olan referandum, diğer ülkelerin ayrılma kararı vermesini tetikleyebileceği endişesiyle izlemeye alınmış durumda. Endişe yersiz değil. Misal: Mart ayında Edinburgh Üniversitesi’nin aralarında Almanya, Fransa, Polonya, İrlanda, İspanya ve İsveç’in olduğu 6 ülkede yaptığı anketin sonuçları gösterilebilir. Şubat ayında 8 bin katılımcıyla gerçekleştirilen ankette tıpkı Avrupa Birliği (AB) üyeliğini referanduma götürecek İngiltere gibi, Fransızların yüzde 53’ünün de AB üyeliğinden çıkmak için referandum istediği anlaşılmıştı. İsveç’te de hatırı sayılır bir AB’den ayrılma destekçisi kalabalık var.

        An itibarıyla İngiltere’de, ülkenin AB’den ayrılmasını destekleyenler ya da karşı çıkanlar yarı yarıya. Gerçek şu ki İngiltere’nin çoğunlukla kıta Avrupa’sına dağılmış diğer ülkelerden oluşan AB ülkeleriyle aynı klasmanda “eşitlenme” konusunda öteden beri problemleri var. AB’nin bir “Federal Avrupa Devleti” görünümü alıyor olması, imparatorluk özlemleri hâlâ diri olan hatırı sayılır bir yekûnu zaten rahatsız etmekteydi. Daha da önemlisi, İngilizler AB’yi esas itibarıyla 2. Dünya Savaşı etrafında ortaya çıkan faşizme karşı oluşturulmuş bir direnç mekanizması olarak görüyorlar. Böyle bakınca da şöyle düşünmeleri mümkün oluyor: “Biz o yıllarda faşistler tarafından işgal edilmedik. Faşizm gibi bir sorunumuz da yok.”

        Faşizm sorunu olmayan(!) İngilizlerin ayrılmayı savunanlarının gerekçelerinden biri “mülteciler”. Akdeniz’de ölmemeyi başarabilen ve karaya ulaşabilenlerinin “serbest dolaşımından” rahatsızlar.

        Mülteci meselesini, ekonomik sıkıntı yaşayan halk kesimlerinin ırkçılığını kaşıyarak ayrılma taraftarlığını körükleyenlerin başında ise Londra seçkinleri geliyor. Zira Euro bölgelerinin bütünleşik yapısına karşı Londra’nın giderek finans merkezi olma niteliğini kaybetmesi ihtimali var.

        Başbakan David Cameron, AB üyesi olarak kalınması gerektiğini savunuyor. Fakat geçmişte kendisi de AB’de olmayı zorlayan, sıkı pazarlıkçı bir tavra sahipti. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Avrupa bütçesini veto etmemesi için İngiltere’yi uyardığında tarih 22 Ekim 2012’ydi. AB’nin 2014-2020 dönemini kapsayan yedi yıllık bütçesi için uyarıyordu Merkel. Çünkü İngiltere, AB bütçesine verdiği desteğin çok fazla olduğunu, verilen para kadar bütçeden destek almadığını ileri sürüyordu. İngiltere Başbakanı David Cameron o yıllarda AB bürokratlarının maaşlarının çok yüksek olduğunu ve kısıtlanması gerektiğini ileri sürüyor, yeni bütçenin harcanma şekline itiraz ediyordu. Nobel Barış Ödülü saçma bir biçimde AB’ye verildiğinde de Oslo’da düzenlenen törene gitmedi. “Eğer ödül verilecekse bu ödül NATO’ya verilmeliydi” dedi. “Çünkü 60 yıldır kıta Avrupa’sında barışı NATO sağlıyor.”

        Cameron’un o günlerde sarf ettiği bu sözler AB’nin anlamını ya da eğer böyleyse Cameron’un neden İngiltere’nin AB’de kalması gerektiğini düşündüğünü sorgulamaya yol açıyor.

        Bugün “Pazarlık edelim, problemlerimiz için baskı uygulayalım ama AB’de kalalım” çizgisini savunan sadece Cameron ve birlik yanlıları değil. ABD de aynısını istemekte. Gerekçe ise İngiltere ayrılırsa ve bu AB’deki bölünme ivmesini tetiklerse bu işten en çok Rusya’nın kârlı çıkacak olması. Birliğin siyasi bütünlüğü bozulduğunda Rusya’nın Avrupalı siyasi ve ekonomik müttefikler edinmesi çok ama çok kolaylaşacak. AB’de kalma taraftarlarının da ABD’nin de hesap ettiği asıl mesele bu.

        Yabancı düşmanlığı, İslamofobi gibi hastalıkları yetmezmiş gibi “Mülteciler geliyor” diyerek gen havuzunun derdine düşen ve kendisini bayağı bir konforperestlik savunusuna indirgeyen AB ülkeleri, AB kurumlarının hak ve hukuk alanındaki “evrensel”lik iddialarını yok hükmüne geriletti. Referans olma iddiası çöktü. Türkiye karşıtlığı malum. Bölünürse bölünsün demek işten bile değil.

        Ancak şu da var: AB bölünme ivmesine girerse İslamofobi ve yabancı düşmanlığı azalmayacak, engelsiz biçimde artacak. Bu durumun radikal örgütlerin insan kaynağının zenginleşmesine ve söz konusu ülkelerin ve Müslüman azınlıklarının terör-baskı kısırdöngüsüne hapsolmasına neden olacağı bariz. Bu da “AB bölünecek mi?” tartışmalarının çay-kurabiye eşliğinde zevkle izlenecek bir şey olmadığını anlamak için kâfi.

        Diğer Yazılar