Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Paralel Devlet Yapılanması ve ardından FETÖ adını alan yapılanmanın nasıl bir tehdit olduğuna kimsenin kuşkusu yok artık. Ancak devlet için hayati olan kurumlara tayin edilmiş “imam”ların sivilden çıktığı, binbaşının imamının servis şoförü olabildiği bir yapıyı çözebilmek zor. “Neden mücadelenin tavanından ziyade tabanı hedef tahtasına oturtuldu?” eleştirisinin cevabı bu olsa gerek. Öyle bir yapı söz konusu ki, tavanı çözebilmek için tabana da el atmak gerekli olabiliyor. Sorun bu el atma işlemi sırasında yanlış aletin, yanlış enstrümanın kullanılmasında. Süzgeçle gidilmesi gerekirken bol kepçe kullanılmasında. Kimlerin FETÖ üyesi sayılıp sayılmayacağı konusunda kamu vicdanını tatmin eden bir çerçeve çizilememiş olmasında.

        Bu nedenledir ki, darbecileri cezalandırmak ve devletin “bir daha asla” aynı tehlikeye maruz kalmaması için yapılan iyi niyetli çabalar tartışma konusu haline geliyor ve 15 Temmuz’u gerçekleştiren “üst akıl” gölgede kalıyor. Çünkü gazetecilere, yazarlara, AK Parti’ye ve muhalif partilere, avukatlara binlerce mektup geliyor. Bunlar arasında ilan edilen kriterlerin hiçbirisine uymamakla beraber işten atılanlar da var, 15 Temmuz’da tankların önünde olan da var, Cemaat’le ilgisi sempatizan düzeyinde olan ve 15 Temmuz gecesi aydınlanıp FETÖ’ye lanet okuyan da. En zoru son grup ve şu sorunun sorulmasını gerektiriyor: Bir insan hangi tarihten itibaren FETÖ’cü sayılmalı?

        Öyle ya, Gülenizm konusundaki aydınlanma, toplumun her kesimi için aynı tarihe tekabül etmiyor. Kimileri 90’lı yıllarda “anlayıp” Gülen’e ateş püskürmeye başladı. Eğer “en erken aydınlanan-en makbul olan” şeklinde bir korelasyon olduğu varsayılacaksa Nuh Mete Yüksel zihniyetini baş tacı etmemiz gerekirdi. Ama bir dakika, o zihniyet aynı zamanda Merve Kavakçı’nın Meclis’te olmasına da karşıydı, gece yarısı Kavakçı’nın evine polis baskını yapmakla övünüyorlardı.

        “Milat 7 Şubat 2012, yani Cemaat’in Hakan Fidan’a operasyon yapmaya yeltendiği tarih olmalı” dendiğinde Ergenekon, Balyoz gibi davaların mağdurları “Ne münasebet” diye karşı çıkıyor. “Bize yapılanlar sizleri neden ilgilendirmedi?” Hadiseyi “Çünkü işbirliği içindeydiniz” noktasına taşımaları 2 saniye alıyor ve en büyük zararı AK Parti’ye vermiş olan FETÖ’den dolayı AK Parti’yi tek sorumlu imiş gibi gösterme ve yaşananları siyasal hesaplaşma için kullanma yoluna sapabiliyorlar. “Milat 17-25 Aralık 2013’tür” diyenlere de orduya en çok sayıda FETÖ’cü atamasının 2014 yılında yapılmış olduğu hatırlatılıyor. Darbe girişimiyle sonuçlanan bu atamalardan dolayı kimsenin hesap vermediği de.

        15 Temmuz’da şehit olanların kanı bile soğumamışken, bu ülke için asıl “milat” 15 Temmuz iken; “İlk kim uyandı?” yarışmasının katılımcılarının ileri sürdüğü tarihler havada uçuşuyor.

        “En erken uyanan en makbul sayılsın” denince 15 Temmuz’da şehit olanlarla kan davası içinde olanlar ipi göğüslemeye yakın görünüyor.

        Oysa mesele ilk uyanan olmak değil, mesele bu ülkeyi toptan zelil edecek saldırılara karşı durmak için ne yapıldığı. Nitekim 15 Temmuz gecesi şehit olanların çoğu Fethullah Gülen konusuna ilk önce uyananlar değil, bilakis Gülen grubuna yıllar yılı “Din kardeşimizdir” diye bakanlar, sevmese de tolere edenler.

        Bütün bu tartışmaların ve nirengi noktasının kaçırılmasına neden olan kör dövüşünün nedeni, itiraf edelim gözaltına alınanların, tutuklananların ve görevden alınan ve yaftalandığı için şu an ve yakın gelecekte iş bulamayacak olanların sayısındaki “fazlalık”. Sayıların çok kabarık olması ve “Kurunun yanında yaşlar yanıyor” algısının yaygınlığı 15 Temmuz’un anlamının unutulması/unutturulması riskini ihtiva etmekte. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “At izi, it izine karışıyor” uyarısı yapmasının nedeni büyük olasılıkla budur. Dün Binali Yıldırım da “imzasız ihbarların dikkate alınmasını engelleyecek bir genelge yayınlanacağı” haberini verdi.

        Neden? Çünkü 15 Temmuz bu ülkeye sistematik, kasıtlı ve organize bir kuşatma hareketinin olduğunu net bir biçimde ortaya koymuş; projelerini ve tedbirlerini bu gerçekliğin üzerine bina eden siyasi iradenin haklılığını tartışmasız bir “moral üstünlük” zeminine taşımıştı. Bu moral üstünlüğün kepçe kepçe harcanması ne millet, ne devlet, ne de AK Parti’nin siyasi geleceği açısından kabul edilebilir bir durum değil. Rasyonel de değil, ahlaki de.

        Diğer Yazılar