Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik meselesi ne zaman gündeme gelse gözler AB’ye döner ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine doğru yaptığı yolculuk masaya yatırılır. AB’nin yasal müktesebatına uyum süreci ile ŞİÖ’ye tam üyelik arasında bir muvazenesizlik olduğu kesin. AB, Türkiye ile ilgili olarak müzakereleri ve süreci “dondurmaktan” bahsediyor, Türkiye de mütemadiyen “İnceldiği yerden kopar, hatta kopsun” dilini kullanıyor. Evveli ezelden beri asıl hedefin AB’ye üye olmak için çırpınan bir ülke olmak değil, AB’ye üye olmayı gereksinmeyecek bir seviyeye kendi imkânlarıyla gelmiş, evrensel demokrasinin yeterlilik koşullarını “kendine özgü” modernleşmesiyle sağlayabilmiş bir ülke olmak olduğunu savundum.

        AB’nin Suriyeli mülteciler ve PKK meselesinde gösterdiği çifte standardın Türk halkında ciddi güven kaybına sebep olduğunu biliyoruz. Ancak hukuktan sağlığa, üretilecek ve tüketilecek metanın niteliğinden hizmet kalitesine varana kadar AB standartları diye bir şey hâlâ var ve Avrupa ülkelerinin, AB komiserlerinin yapıp ettikleri şeylerden bağımsız olarak da varlığını koruyor. Söz konusu standartlara duyulan ihtiyaç ortadan kalkmadığı gibi eğitim düzeyinin artması ve eğitim gören kitlelerin genişlemesi nedeniyle katlanarak büyüyor.

        Öte yandan ŞİÖ’ye üyelik AB’den ziyade NATO ile ilişkileri etkileyecek hatta kökten sarsacak bir prosedür. Normal şartlarda Türkiye-NATO ilişkisi ne kadar zorunlu olursa olsun bugünden yarına değişecek bir ilişki değildir. İncirlik Üssü var, Kürecik’i var; NATO üyesi ülkelerin savunma bağlamında yaptığı onca yatırım var. Ama normal şartlarda Trump gibi bir adam ABD başkanı seçilmez, Batı standartları dediğimiz şeyin ibresinin böyle bir profilin yanında duracağı tahmin edilmezdi. “Amerika Amerikalılarındır” mealinde pro-gelenek- çi sloganları olan bir Cumhuriyetçi adayın, Demokratlar’ın tepkisini de çekecek şekilde Rusya’yla yakınlaşma sinyalleri vermesi, Putin’e övgüler düzmesi de normal şartların ötesinde bir durumdu.

        Trump’ın başkanlık yarışı boyunca NATO’nun ABD’yi sömürdüğünü, NATO’nun böyle devam edemeyeceğini söyleyip durması da öyle, normal dışıdır. Ortadoğu’yu ancak Saddam gibi liderlerin hizada tutabildiğini, ABD’nin Irak’ı işgal edip Saddam rejimine son vererek bölgeyi terör batağına çevirdiğini söylediğinde nasıl tepki çektiğini hatırlıyoruz. Önemli Cumhuriyetçi liderler ve anlı şanlı NeoConlar bunun gibi nedenlerle Trump’a oy vermediler, Clinton’a da veremeyeceklerinden oy kullanmamayı tercih ettiler. Pek normal değildi.

        Normal şartlarda olsaydık NATO ile ilişkilerin evveliyatını hatırlamakta fayda var derdik. Sahi, biz NATO’ya biraz da Rusya/SSCB’den duyduğumuz endişeler yüzünden girmemiş miydik? Dahası hiç kuşkusuz Avrupa ülkeleriyle, gözünü Avrupa’ya dikmiş olan Rusya üzerinden konuşur hale gelmek iyi bir şey olmazdı.

        Ancak galiba normal şartlar geride kaldı. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın, Asya’nın, ABD’nin önceliklerinin değiştiği bir süreçten geçiliyor. Eksen değişimi sadece Türkiye için söz konusu değil. Sadece ABD’de Trump’ın temsil ettiği değerler iktidara gelmiyor, Avrupa’da da sağ, ırkçı bir katılaşma, kendinden olmayana önyargı, İslamofobi yükseliyor. Bu arada Rusya kendisine yönelik sıkıştırma çabalarına verdiği sert yaptırımlara direne direne güç kazandı. Obama döneminin en büyük meselesi yükselen Çin’e, küresel ekonominin iplerini eline almaya başlayan Asya Pasifik ülkelerine karşı önlem alacak hamlelere ağırlık vermekti.

        “Türkiye’nin NATO’yu kaybetme pahasına ŞİÖ üyeliğine talip olması yanlış olur hatta felaket olur” demeden önce NATO’nun tehdit skalasını, savunma sahasını, işbirliği anlayışını değiştirip değiştirmeyeceğini biliyor muyuz sorusunu sormak gerekir. Aynı zamanda“Gelecek ne tarafta?” sorusunun doğru yanıtını bulmak da önem arz eder.

        Gelecek kendi refahının doygunluk noktasında olan ve onu kimseyle paylaşmama adına her tür kaprisi yapacağını gösteren Batı’da ve Atlantik ötesinde mi? Yoksa reel ekonomiye dayalı finans yapısıyla büyüyen ve sürekli arayış ve devinim içinde olan Asya’da mı? Dahası Asya’nın devingenliğinden Batı’nın stabilite kazanmış hukuk, iş ve işçi güvenliği, üretim ve tüketim standartlarından nasibini alan bir Türkiye nasıl olurdu?

        Fena olmazdı ve herhalde ŞİÖ’nün gündeme getirilme amacı da bundan ötesi değil.

        Diğer Yazılar