Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        AvrupaParlamentosu’nun Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin dondurulmasına ilişkin aldığı karar Türkiye-AB ilişkilerini yeni bir eşiğe getirdi. Aynı zamanda Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yönelik açıklamalar ise “AB’yi ya da genel olarak Batı’yı Türkiye’yi desteklemeye sevk etme amacıyla zorlama” siyasetinin dışında yeni bir anlama büründü. Belki de ilk kez, sokaktaki adama varana kadar pek çok kişi Türkiye’nin AB tarafından rencide edildiğini artık yüksek sesle düşünüyor ve “Terörü destekleyen, bizi yıllardır kapısında bekleten AB’ye girmek şart mı? Öbür tarafta Rusya var, Çin var, orası da iyi” gibi görüşler sokak röportajlarında bile dile getirilebiliyor. Asya Pasifik’in yükselişi, “Biz zaten Asya’lıyız” hafızası, Brexit gibi aktüel bir gerçeğe dayandığında, ŞİÖ’nün mantıklı, AB için uğraşmanın mantıksız olduğunu dile getirenler dahi oluyor.

        Hiç kuşkusuz AB verilebilecek her tepkiyi hak etti.

        Mülteci konusu, 15 Temmuz’da aldıkları tavır, PKK ile hatta FETÖ ile durmaksızın gönül ilişkisi yaşama tercihi AB’nin Türkiye’nin sorunlarını anlayacak kadar iyi çalışmadığının ya da tercih ettiği şekilde anladığının kanıtı oldu. Çoğu aynı zamanda ABD’nin Irak işgaline katılmış koalisyon devletleri arasında bulunan ulus ötesi birlik, kendilerinin neden olduğu sorunların faturasını Türkiye’ye yıkma konusunda pek istekli davrandı. Sömürüye yaslanan düzenler gün gelir sınanırlar. Tükiye üzerinden sınanacakları varsa, o da olur.

        2004’te de “AB’ye giriyoruz, yaşasın!” kampanyasının ateşli bir savunucusu değildim. AB’ye girelim ya da girmeyelim; hukuk, demokrasi, şehircilik, üretim, sağlık gibi hayatı yaşanılabilir, farklılıkları yönetilebilir kılan standartları gerçekleştirmenin elzem olduğunu savundum. Bu nedenle daha kolay ve alnım ak biçimde Asya’yı keşfe çıkarken tekerleği de yeniden keşfetmeye lüzum olmadığını söyleyebilirim. Rusya’sıyla, Çin’iyle yakında katılacak olan Pakistan ve Hindistan’ıyla ŞİÖ hiç kuşkusuz Türkiye için yeni ufuklar temin eden bir oluşum; ama küvetteki suyu içinde bebek varken dökmeye değecek yanı yok.

        Şöyle açayım: Dünya yeniden çok kutuplu bir yer mi olacak, yoksa Soğuk Savaş’ın eski iki kutuplu düzeneğine geri mi dönülecek sancıları devam ederken Türkiye egemenlik devri talep eden oluşumlarla ilişkisini yeniden tanzim etme gereği duyuyor, ki haklı. Ancak bu durum, dış ticaret hacminin yarısını AB üyesi ülkelerin teşkil ettiği, rejiminden bankacılık sistemine, imza attığı anlaşmalardan yasalarına kadar hemen her kurulum ayarı Avrupa ile irtibatlanmış Türkiye’nin yüzünü ve yönünü tamamen Doğu’ya dönmesi, blok değiştirmesi anlamına gelmiyor.

        Dönerse ne olur? Bir sistemi, bir paterni, bir modeli yerine koyacağı şeye hazırlanmadan terk edenin başına ne gelirse o olur. Ayrıca şu da var: Hep söylenegeldiği gibi Batı’nın neo emperyal heveslerine direnç geliştirmek için kurulan ŞİÖ, AB gibi egemenlik yetkisinin kısmi devrini talep eden bir mekanizma değil. Kâğıt üzerinde iyi görünüyor. Ama örgüte siyasi açıdan dominant olan Rusya’nın patronajını ya da bu eğilimini hafife almak hata olur.

        Avrupa Parlamentosu kararı, Ankara’yla üyelik sürecinin geçici olarak durdurulması ve idam cezasının getirilmesi durumunda da askıya alınmasını komisyona yönelik bir talep olarak iletiyor. Bu sürecin gerçeklik kazanması için AB üyesi ülkelerin 3’te birinin talepte bulunması ve bu talebin de 28 üye ülkeden 16’sı tarafından kabul edilmesi ve bu 16 üyenin AB üyesi ülkeleri vatandaşlarının yüzde 65’ini teşkil etmesi lazım.

        Söz konusu kararın sonuç doğurması bunlara bağlı, önümüzde uzun bir süreç var. Masada kalma ihtiyacının, ipleri koparma eğiliminden baskın geleceğini tahmin ediyorum. Aksi takdirde Avrupa da en az Türkiye kadar riskli, bilinmezliklere gebe olan bir denize yelken açacak. Dediğim gibi, önemli olan AB üyeliği değil, bence hiçbir zaman gerçekçi bir olasılık değildi, konu tarafların konuşma mesafesinde kalması.

        Diğer Yazılar