Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DÜN, Mısır’da gerçekleşen darbenin yıldönümüydü. Sisi komutasındaki ordunun halkın iradesini rehin alıp ülkenin ilk seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’yi devirmesinin üzerinden tam 4 yıl geçti. Suudi Arabistan ve BAE destekli darbeye karşı olanlar, Rabia Meydanı’nda toplanıp cumhurbaşkanlarını geri istediler. Tamamen barışçıl toplanmanın üzerine ateş açıldı. Üç binin üzerinde insan, Sisi’nin sniper’ları, askerleri, milisleri elinde can verdi.

        Aynı günlerde Türkiye de karışıktı.

        Gezi Parkı eylemlerini bahane ederek sahne alan kızıl bayraklı devrimci şiddet romantizmi, Taksim’i 16 gün boyunca muhasara altında tuttu. “Biz sadece Taksim’in nefes almasını istiyoruz” diyenler ile “Erdoğan istifa” diyen, hatta başbakana idam sehpası gösterenler, İstiklal Caddesi’nin duvarlarını sadist fantezilerinden mürekkep sloganlarla donatanlar birbirine karışmıştı. Türkiye günlerce ayakta kalmış, dost bildiğimiz insanların, aydınların, kanaat önderlerinin eylemlerden siyasi sonuç alınması için nasıl “bastırdıklarını” görmüş ve hayal kırıklığına uğramıştık.

        Mursi’nin devrilmesini Erdoğan’a örnek gösterip, “Kardeşi devrildi, sıra kendisinde” diye yazanlardan ikrah getirmiş, teyakkuza geçmiştik: Sandığın kurulduğu, seçim mekanizmasının adil bir şekilde işlediği, parlamentonun çalıştığı/çalışabildiği bir ülkede, siyasi iktidarı tayin eden şey sokak hareketleri değil, sandıktır, seçimlerdir, nokta! Dedik.

        Hâlâ aynı yerde duruyorum.

        Bugünden geriye dönüp baktığımda olayların fitilini tutuşturan unsurun göstericilerin çadırlarını yakan “zabıta” ve akabinde gaz fişeklerini eylemcilerin kafalarını nişan alarak fırlatan “polis” olduğuna da artık kuşku duymuyorum.

        Çözüm süreci”nden gizli ya da açık rahatsız olan pek çok grup, kimi Kürtçülük üzerinden siyaset yapanların meşrulaşmasına duyduğu öfkeden, kimi “Erdoğan bir de Kürt meselesini çözerse hiç gitmez, hayır barışın kaymağını bu iktidar yemesin” derdiyle maluldü ve ‘polis şiddeti’ devletin hâlâ ceberut olduğunu kanıtlamak için bulunmaz bir fırsat oldu. Kafası gözü parçalanmış insanları görenler de meydana akın etti, şiddete maruz kalanlar arttıkça hem içeride muhalefetin nefreti tahkim oldu, hem de dış basına verilen görüntüler Erdoğan’ın demokratlığının ameliyat masasına yatırılmasına neden oldu.

        Ancak umut ettikleri olmadı. Olmayınca 17-25 Aralık’la başlayan ve devleti bitmek bilmez bir operasyon yağmuruna tutan paralel devlet yapılanmasının faaliyetleri geldi. O da olmayınca 15 Temmuz darbe girişimi.

        Ne oldu?

        Siyasi iktidarın seçimle belirlendiği mekanizma her seferinde sağ çıktı. Çünkü Türkiye, Mısır değildi; çünkü Türkiye “hazırlanmıştı” ve teyakkuzdaydı. Siyasi iktidar güçsüz düşmek bir yana, sistemi değiştirerek gücünü temerküz ettirdi.

        ADALET YÜRÜYÜŞÜNDEN 2. GEZİ ÇIKAR MI?

        Gelinen noktada sorulması gereken, demokrasi dışı unsurların saldırılarını bertaraf ederken işe yarayan teyakkuzun demokrasi içi muhalefete karşı aynı ahlaki ve işlevsel üstünlüğe sahip olup olmadığı sorusudur.

        Aşılan onca engelden sonra, ülkeyi yönetilebilir, aldığı yaraları sarabilir, kayıplarını telafi edebilir kılacak şey teyakkuz değil sakinlik, anlayış ve sorumluluk almaktır; benzer tehdit algısına benzer vatanseverlik algısına sahip olmayanlara karşı tahammül geliştirmektir diye düşünüyorum.

        2013 yılından beri yaşadığımız sarsıntıların fitilini ateşleyen kibriti zabıta ve polis çakmıştı. Bugün FETÖ olarak nitelendirilen yapıya mensubiyetleri sonradan ortaya çıkan kamu görevlileri.

        Devlet, polisi ve askeri emniyetli hale getirdiyse ve kitleler sakin tutulabilirse bu adalet yürüyüşünden ikinci Gezi çıkmaz. Tüm olumsuzluklarına rağmen OHAL herhalde devletin “içeriden darbe yeme” tehlikesini ortadan kaldırmıştır diye düşünüyorum. İş ki, kitleler sakin tutulabilsin. Bu noktada da sorumluluk CHP’nin ve hükümeti oluşturan siyasilerin üzerinde.

        Diğer Yazılar