Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        CUMHURBAŞKANI Erdoğan’ın Soçi’ye gitmesinden bir gün önce Esad ile sarmaş dolaş görüntü veren Putin, muhtemeldir ki Esad’la ilgili çekincesini hâlâ koruyan, korumakta da haklı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “büyük resim” baskısı yapmayı amaçlıyordu. Zira AK Parti Sözcüsü Mahir Ünal’ın Soçi’den teyit ettiği gibi, Türkiye Esad’ın Suriye’nin geleceğinde rol almaması gerektiği yönündeki şartını hâlâ vurguluyor.

        Soçi sonrasında ise Kremlin Sözcüsü Yuri Peskov’un kullandığı cümleler dikkat çekti: “Türk partnerlerimizin Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiğini düşündükleri güçlerle ilgili çekinceleri olduğunu biliyoruz. Ancak bu durum, bu yönde çalışma yapılmayacağı anlamına gelmiyor.”

        Epeydir söylüyorduk, PYD-YPG konusu İran tarafından umursanmıyor, ama Rusya PYD’yi “aktör” olarak görme konusunda kararlı görünüyor. Öte yandan Türkiye de, Afrin’e girip orayı silahsızlandırmasına izin verilmesi ihtimali hariç, hiçbir durumda PYD ile aynı masada olmaya razı gelmeyecek. Tam da bu tür nedenlerle Soçi toplantısı, Türkiye, Rusya ve İran arasındaki ilişkilerin kalıcı ve bağlayıcı ittifaklar yapmaya değil sadece “konu odaklı işbirliği” yapmaya uygun olduğunun kanıtı oldu.

        SOÇİ’DEN SONRA GELEN TELEFON

        Soçi ile eşzamanlı olarak bir de Riyad’da bir toplantının düzenlenmesi ve hemen akabinde Trump’ın tweet’ler atıp davul zurna çalarak duyurduğu “telefon görüşmesi”nin gelmesi “Zamanlama manidar” klişesine resim altı olacak düzeyde vaatler içeriyordu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun aktarımıyla, Trump görüşme sırasında “YPG’ye silah verilmemesi talimatı verdiğini” söylemişti.

        Tabii herkesin aklına gelen sorular şunlar:

        1) Trump’ın sözü Pentagon’u bağlayacak mı?

        2) Trump’ın sözü, kendisiyle kavgalı halde olan Amerikan yerleşik düzeninin Türkiye’ye karşı sergilediği olumsuz tavırları dizginlemeye yetecek mi?

        3) Şartlar bu iken, Türkiye Trump’ın samimiyetine inanacak mı, verdiği sözü ciddiye alacak mı?

        İlk iki soru günden güne daha da yüzeye çıkan ABD içi çekişmeler bahsiyle ilgili ve hayli muallak. Zira bir yanda Trump, Türkiye’ye sözler verirken diğer yanda Anadolu Ajansı’nın iddiasına göre Washington merkezli düşünce kuruluşu FDD’nin kıdemli başkan yardımcısı, tescilli Türkiye karşıtı Jonathan Schanzer, Reza Zarrab ve Hakan Attila davasına bilirkişi olarak atanıyor.

        Ancak üçüncü sorunun “gerçek” cevabını tartmak daha kolay. Türkiye’nin Trump’ın sözüne güvenip güvenmediği en son Başbakan Binali Yıldırım’ın ABD ziyareti sırasında da gündeme gelen tutuklu Pastör Andrew Brunson’un durumuna bakarak sınanacak. Trump, epeydir FETÖ ile bağlantılı çalıştığı iddiası üzerinden Aralık 2016’da tutuklanan İzmir Diriliş Kilisesi Pastörü Andrew Brunson’un iadesini istiyor. Türkiye bu iadeyi gerçekleştirirse sorunun cevabı verilmiş olacak.

        ****

        RUSYACILIK YAPIP ‘MİLLİ’LİK TASLAMAK

        TÜRKİYE, başını ABD’nin çektiği Batı blokunun çözüm bulamadığı Suriye meselesinde Rusya ve İran ile çözüm arama yoluna gitmekte haklıydı. Soçi’deki toplantı, Cenevre barış görüşmelerinin Astana ve Soçi görüşmelerine dönmesinin en önemli nedeni, ABD’nin Suriye’de olup biten tüm hadiseyi IŞİD-DEAŞ meselesine indirgemesi ve Türkiye’yi Suriye’deki terörü finanse etmekle suçlaması; bütün taraflar için etkili olabilecek çözüm üretmekten uzak durmasıydı.

        Dahası PYD-YPG’ye yaptığı silah yardımı kabul edilebilir olmaktan uzaktı. Esad’ın, “Ben radikal İslamcı teröristlerle savaşıyorum” demecini takip eden günlerde ortaya çıkan ve ilk adı IŞİD olan DEAŞ tehdidi, Esad’ı aşama aşama meşrulaştırırken, Türkiye Batı ittifakının sergilediği olumsuz tutumların da etkisiyle Suriye’de çözümün bölgesel aktörlerle olacağı tezine yaklaştı. Daha doğrusu, tezlerini değiştirmek ve Suriye’de kendisine karşı düşmanca hareketler yapan iki ülke ile bir araya gelerek ortak çözüm aramak zorunda kaldı.

        Buraya kadar anlaşılamayacak hiçbir şey yok. Ancak bütün bunların, sağlam bir özeleştiri verilmeden geçiştirilecek ya da eski başbakanı günah keçisi yapıp devr-i sabık icat ederek savuşturulacak şeyler olmadığı da ortadaydı. 15 Temmuz’daki kanlı ve alçak darbe girişimi de, AK Parti politikalarının Suriye konusunda tam olarak nerede açığa düştüğüne dair ikna edici, samimi bir sorgulama ve iç muhasebe yapılmasının önüne geçti. Geçmek ne kelime, kuru gürültü yapmakla memur edilmiş olanlar tarafından karambole getirildi ve kibirli bir dil kurularak “Madem güçlü ülkeyiz, kimseye açıklama yapmak zorunda değiliz” noktasına kadar gidildi.

        Öyle ki bugün, “Suriye meselesinin çözümüne katkı sunmak ve PKK-YPG tehdidiyle baş etmek ayrı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Esad ile aynı fotoğraf karesine sokmaya çabalamak ayrı. İkincisi bir tuzağa çekilmek olur. Türkiye PYD ve Esad arasında tercih yapma pozisyonuna sıkıştırılamaz” demek bile Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı’nı savunduğuna inanan bazı kimselerce “gayri milli” sayılabiliyor. Şaka gibi.

        Kendi çapında bir zafer kazanmış olan eli kanlı Esad taraftarlarının tahkim ettiği “ABD, NATO tukaka, yönümüz Avrasya” diyenlerle beraber; Halep’e yaktıkları ağıdı unutup Rusya övgülerine girişenler diyor ki: “PYD’nin nasıl bir tehdit olduğu ortada iken artık Esad’ı tartışmak gayri millilik olur.” İyi de, Rusya’nın Soçi’den sonra yaptığı, “Türkiye’nin çekinceleri PYD ile çalışmamıza engel değil” anlamına gelen açıklamayı ne yapacaksınız? Moskova’daki PYD ofisini nasıl açıklayacaksınız? Reina saldırısından sonra, Rusya ile sorun yaşadığı için yurdumuzu yuva bellemiş ne kadar çekik gözlü soydaş varsa çoğunu iade etmek zorunda kalışımızın “milli”lik ile alakasını nasıl kuracaksınız?

        İşin özü, ABD’ye boyun eğmeyi “demokrasi ve özgürlükler” şemsiyesi altında yutturmaya çalışanlar ne kadar haklıysa, Avrasyacılık adı altında Rusçuluk yapanlar da ancak o kadar haklı. Herhalde en iyisi Suriye üzerinden millilik-gayri millilik tasnifine hiç girişmemek.

        Diğer Yazılar