Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, BM Genel Kurulu’nda çarpıcı bir konuşma yaptı. Konuşmasında İsrail’in Filistin’de, Suudi Arabistan’ın Yemen’de, Myanmar’ın Arakan’da sebep olduğu insani krizlere değindi. Keşmir’den Libya’ya kadar uzanan bütün Müslüman coğrafyasında kah etnik kah dini sebeplerle ezilen hatta yok edilen Müslümanların sesine tercüman oldu. Özellikle İsrail yayılmacılığını göstermek için eline aldığı haritayla yaptığı ‘İsrail doymuyor’ sunumu, kızgın yüreklere serin bir nefes oldu. ‘Doymamak’, yani ‘tamahkarlık’ iması ile de 12’den vurdu. Çünkü “Komşunun evine tamah etmeyeceksin” Hz. Musa’ya indirilen şeriatın en temel yasaları olan ‘10 Emir’den biri.

        Konuşmasında isim vermeden İran’ın mezhebi kışkırtmalarına ve bu kışkırtmanın rüzgarına kapılmakta beis görmeyen Sünni selefi dünyanın aşırılıklarına karşı da uyarıda bulundu Erdoğan. Doğru yaptı.

        Söylem güzeldi. Öte yandan, gözler ve kulaklar Çin’in Uygurlara yaptığı zulme de değinmesini bekledi. Böyle bir değinme olmadı. Hakeza Filistin ve özellikle Gazze konusunda argümanlarımız kadar ciddi bir davranış geliştirememiş olduğumuz da vakıa. Mavi Marmara Antlaşmasının Gazze ablukasını kaldırmayacağı bilindiği halde o anlaşmaya imzacı olduk misal. O gemide olan ve hayatını kaybedenlerin yakınlarının davalarına son verildi ve daha başka ağır şartlara ‘evet’ denildi. Bunu daha önce de birkaç kez yazdığım için tekrar etmeyeceğim. Ancak şöyle bir durum var: Hükümet zalimler arasında seçici davranmak, bazı ezilen Müslümanları diğer bazı ezilen Müslümanlardan daha yukarı koymak konusunda giderek daha fazla eleştiriye muhatap oluyor. Ancak Erdoğan böyle anlarda “Gerçeklerin tamamını söyleyemiyor olmam, hiçbirini söyleyemeyeceğim anlamına gelmez” düsturuyla hareket ediyor. Hiçbir zaman ‘mükemmeliyetçi’ olmadı. Hemen her işinde “En iyiyi yapmanın koşullarını beklerken iyi bir şey yapma fırsatını kaçırmamalıyız” mantalitesi hakim oldu. Ayrıca eğri oturup doğru konuşmak lazım. Kaç lider, Müslümanların en fazla nefret suçuna maruz kalan topluluk olduğunu dile getirebiliyor, kaç lider “İsrail ne zaman doyacak” diye sorabiliyor, kaç lider Mısır’da Sisi rejiminin sebep olduğu yıkıma ve özellikle devrik başkan Muhammed Mursi’nin mahkeme salonunda ölümüne neden olan yargılama sürecini ve cenazesinin defnedilmesine bile izin verilmediğini hatırlatabiliyor, ona bakalım. En doğru olanı, en tutarlı olanı söyleme ve söylemi eylemle de destekleme konusunda sıkıntı var ve bu büyük bir sorun, doğru. Ama şartların elverdiği kadarını, şimdilik mümkün olanı yapma konusu da cesaret istiyor ve Cumhurbaşkanı hiç değilse o cesareti gösteriyor. Benzerleri arasından bu yönüyle sıyrılıp öne geçiyor. #OurVoiceErdogan ‘hashtag’inin kısa sürede dünya listesinde ‘TT’ olması da bunun göstergesi.

        NÜKLEER SİLAHTA YA HİÇBİRİMİZ YA HEPİMİZ DENİLEBİLİR Mİ?

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasının en vurgulu kısmı nükleer silahlarla ilgili söyledikleriydi.

        “Nükleer güç ya herkes için yasak ya da herkes için serbest olmalıdır. Bu sorunu adalet temelinde çözüme kavuşturalım” dedi.

        “Nükleer güç sahibi olan ülkeler ile buna sahip olmayan ülkeler arasındaki adaletsizlik dahi tek başına dünyanın dengelerini bozmaya yetiyor. Nükleer silaha sahip olanların olmayanları özellikle tehdit ediyor olması anlamlıdır. Nükleer güce dayalı kitle imha silahlarının tümden yok edilmek yerine her krizde bir koz olarak ortaya konması herkes gibi bizi de rahatsız ediyor” dedi.

        Bu düşünce, “Her ülke aynı anda nükleer silahını imha etse dünya daha adil bir yer olabilir, masaya orantısız güç ve kozlar yerine ‘gerçekler’ konulabilir ve o zaman BMGK gibi kurumlar da silahların gölgesinde değil, gerçeklerin ışığında ‘hakkaniyet’ esasına göre çalışabilmenin uygun formüllerini bulmak zorunda kalabilir ve daha etkili olurlar” mantığının ışığında okunduğunda gayet anlamlı. El hak, doğrusu bu olurdu.

        Ancak hemen hepimiz biliyoruz ki, maalesef böyle bir ihtimal mevcut değil.

        Bazılarının nükleer silahı yok ve nükleer silaha sahip olanların da onlardan vazgeçmeye niyeti yok.

        Türkiye’ye bakın. Güneyde binlerce yıllık bir ilahi metinlerin vadedilmiş topraklar anlatısına dayanarak bir ülkenin topraklarını işgal edebileceğine inanmış ve uluslararası destek bulunca da bunu gerçekleştirmiş bir ‘meczup’ İsrail var ve nükleer başlıklara sahip. Doğusunda mollalar tarafından yönetilen ve ‘mehdiyi bekleyen’ bir ülke var ve nükleer silah yapmaya çalışıyor, muhtemelen de başaracak.

        Stockholm Uluslararası Barış Enstitüsü (SIPRI) ve Amerikan Bilim İnsanları Federasyonu'na (FAS) göre 9 ülkede nükleer silah bulunuyor. Listenin başını 6 bin 850 nükleer başlıkla Rusya çekiyor. İkinci sırada 6 bin 450 nükleer silahla ABD var. Fransa ve İngiltere sonraki sıraları paylaşıyorlar. Çin 4. sırada. Pakistan, Hindistan, İsrail sırayla takipte. İsrail’in elinde 80 adet nükleer başlık olduğu tahmin ediliyor. Bu arada, en az nükleer başlık Kuzey Kore’de.

        Nükleer başlığı olmayan daralıyor, anlıyoruz.

        Ancak uygun yolun, ya herru ya merru, “Ya kimsede olmasın, ya herkeste olsun” olduğundan emin değilim. Bir an için nükleer silah yarışının bir furyaya dönüştüğünü düşünelim. Hiçbir gerçek ulusal ve bölgesel tehdit altında olmayan ülkeler bile sırf korku pazarından pay almak için silah yapma işine giriştiğini. Nasıl olur? Şimdilik bu sorunun kafamı kurcalamakta olduğunu belirtmekle yetineyim.

        MISIRLI KATILIMCININ TAVRI

        Erdoğan Mursi’ye yapılan eziyetten, mahkeme salonunda ölmesinden ve cenazesinin aileye verilmemesinden bahsederken salonda alkışlayanlar oldu ve tam o sırada kamera Mısır delegesini gösterdi.

        Benim dikkatimi çeken şey şu oldu:

        Mısır delegesi “Bize diyor” diye utanacağı yerde, tamamen ifadesiz bir yüzle ve görev bilinciyle ayağa kalkıp alkışlayanların kim olduğuna baktı. Bir saniye kadar bir süre alkışlayanların hangi ülkeden, hangi temsilciler olduğunu not etti, -siz buna fişledi de diyebilirsiniz- ve yerine oturdu.

        Son derece spontane olan, ‘görev bilinci’ ile gerçekleşen bu hareket benim zihnimde Ortadoğu’nun makus talihinin sembolü oldu.

        Ulus Devlet statüsünün tanıdığı egemenlik hakkıyla kendi vatandaşını sonuna kadar ez, haber alma imkanlarını yok et ve bunları başkalarının öğrenmesini engelle, “Ülkede haber alma hakkının geçerli olduğu tek alan vardır o da istihbarat hakkı, onun da sahibi diktatör ve yancısı ordudur, böyle biline!” de, ülkeni temsil edeceğin toplantılara da uluslararası algını düzelteceğini sandığın üfürmelerden mürekkep hazır metinlerle git, ama orada bulunmanın asıl amacı esas olarak, ‘kim bize karşı, kim değil?’ istihbaratını toplamak olsun.

        İşte Doğu ve Asya diktatörlüklerinin mantığının biyometrik fotoğrafı.

        Diğer Yazılar