Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİR Zamanlar Anadolu’da Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi. Cannes’da jüri özel ödülünü aldı, Oscar adaylığına kesin gözüyle bakılıyor. Film gösterime gireli bir hafta oldu ve aşağıdaki yazı epeyce “spoiler” içereceği için bir hafta geç kaleme alındı.

        Kabaca taşrada bir ceset arama hikâyesiyle karşı karşıyayız. Suçluluk duygusu içinde kıvranan bir savcı, farklı umutlarla geldiği taşrada umduğu Anadolu’yu bulamamış olduğu hissini veren doktor, hayatının eriyip bittiğini “buralarda yaşamanın zor” olduğunu düşünen bir komiser ve yardımcıları, yanlarında bulunan eli kelepçeli katilin cesedi nereye gömdüğünü hatırlaması için hepsi birbirine benzeyen mekânlarda sırayla duruyor ve cesedi arıyorlar. Filmin araba farlarının ışığında ilerleyen ve gece çekilen ilk bölümünde ortak bir hedefe kilitlenmiş bu karakterlerin kendi aralarındaki küçük iktidar mücadelelerini, yapay samimiyet gösterilerini Doktor Cemal’in gözünden izlediğimiz hissine kapılıyoruz. Bu da çok doğal, çünkü filmin senaryosu karşımıza “muhtar” rolünde çıkan Ercan Kesal’in taşradaki hekimlik yıllarına dayanarak kaleme aldığı hikâyelere dayanıyor. Filmde Doktor Cemal rolünde izlediğimiz Muhammet Uzuner, aslında muhtar rolünü canlandıran Ercan Kesal’ı canlandırıyor bir yerde. Suçlu gencin, komiserin, jandarmanın, savcının, şoförlerin hayatta işgal ettikleri yerin önemine dair kaygıları, değersizlik hisleri, hayal kırıklıkları, bürokratik mekanizmanın hiza verici yanının da devreye girmesiyle kasaba hayatına dair bir resim tamam oluyor. Sıradanlık, öngörülebilirlik, basit hesaplar, kırılan gururlar ve bazen bunların bir cinayetle son bulabilmesi.

        Bir ağaç, evrenin tüm sırlarını ve hakikatini nasıl en güzel şekliyle temsil edebiliyorsa, bu kasabanın dertleri ve tatminsizlikleri de dünyanın tüm insan topluluklarını temsil edebilir mahiyette. Arap karakterinin durulan her tarladan, bahçeden kendisi için bir şeyler toplaması (ama elmadır, ama kavundur) Komiser Naci’nin Savcı Nusret’in her sözünü kendi iktidar alanına müdahale sayması, mola verilen köyün muhtarının mezarlık ihalesi ve bin dereden su getirerek “çok gerekli olan” morg yapımı için talepte bulunması bize temel insanlık gerçeği hakkında bir şey söylüyor: İnsan haklı sayılmak için bir vesilesi olsun ya da olmasın, “istemek” ve “sahip olmak” derdi ile hastalanmış bir varlık. Her durumda iktidar alanını genişletme peşinde koşması da kısa vadede ağrıları dindirecek olmasından. Uzun vadede bağımlılık yapıyor ve hastalığı derinleştiriyor olması, insanlığın “faydalı” bulduğu bir bilgi değil. Dahası Komiser Naci’nin, öldürmekle yetinmeyip onu bir de bağlayan katile uzun uzun feveran etmesi ama 5 dakika sonra “cesedi arabaya sığdırmak” realitesine teslim olup ölü bedene yeniden eziyet edilmesine rıza göstermesi gibi, hayatın basit sebep-sonuç ilişkileri üzerinden akması da, insanlığın hastalıklarını pekiştiren bir durum. Her zaman bir “ihtiyaç” hasıl olur, zira fedakârlığı, yetinmeyi, manevi donanımımızın gerektirdiklerini ihmal etmek, yok saymak için her zaman buna ihtiyacımız olduğu gerçeğine sığınırız. Fakat muhtarın kızının odaya girip çay tuttuğu anda beliren bir “şey” var. Film, bunca özenme-isteme-elde etme ve bunun için hak ihlalinde bulunmayı önemsiz bir bedel olarak görebilme eğilimimiz ve bunların tümünün “bilinebilir” oluşunun yanı sıra “çay tutan kız” üzerinden başka bir kanal açıyor. İnsanda tıbbın/bilimin teşhis edebileceği bir hastalık var, ama tıbbın/bilimin idrak edemeyeceği bir büyü/büyülenme hali de var. Fiziksel reflekslerden öte bir “bilinemezliği” refere eden bir büyülenme. Hazirunun kızın güzelliğinin gücü karşısında hissettiği çaresizlikle başa çıkabilmek için ona “acımayı”, “yazık buralarda yok olup gidecek” demeyi seçmesi acınası bir dirençten başka bir şey değil. İstediğimiz ama gücümüzün yetmediği şeyler karşısında daha fazla kırılmamak için yalanlara ihtiyaç duyarız. Yalanlar nefsi vicdanın istilasından koruyan duvarlar gibi.

        Tıp ölüm nedenini keşfeder, sebepsiz ölüm, sebepsiz acı yoktur der. Ama otopsi yapanın da insan olduğu, aciz olduğu ve yalan söylediği bir dünyada ister taşrada olun isterse başka bir yerde, sizi kuşatan bilinemezliğin kollarından başkası değildir.

        Diğer Yazılar