Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KUTLU olsun, ramazan geldi.

        Uzun oruçlarıyla düşen kan şekerleri getirdi, fiyonklu susuzluklar, konfetili bir açlık. İftara kadar geçerli hediye paketleri.

        Daha önce sahip olduğumuz imkânların var olmadığı günlerden, yoksunluktan yapılmış hediyeler.

        Yoksunluğu kabul ediyor, başımızın üzerine koyuyoruz ki, her istediğimizde içebildiğimiz ve yiyebildiğimiz nimeti selamlayabilelim.

        Onlar olmadan zayıf düştüğümüzü hatırlayabilelim.

        Zayıf ne kelime, muhtacız.

        Ve eğer Allah’ın bu emri olmasa, bu imtihanı ve sınaması gelmese her yıl, öğrenmiş gibi, öğrenecek gibi de durmuyoruz.

        Her yıl, ramazan gelip bir hiza çekiyor. Etrafını bir çitle çeviriyoruz nefsin.

        Ona orada durmasını söylüyoruz. “Gitme, benimle kal, ama sınırların olduğunu bil” yazıp odasına asıyoruz. Ama o bütün delikleri kolaçan ediyor ve her defasında başka bir yerden yeşeriyor.

        Kendisi dışındaki dünya olmasa da olurmuş, dünyaya hiçbir borcu yokmuş, insanın gücünün sınırı yokmuş, sadece kendine inanmalıymışsın ve hep daha fazlasını istemeli, daha fazlasını...

        Tam o sırada yeniden ramazan geliyor. Şükür ki geliyor. Nefsin yakalandığı sıtmayı bir tek ramazan iyileştiriyor.

        Zayıfız ve içinde bulunduğumuz evrende var olabilmek için patates diye küçümsediğin, henüz bir buğday tanesi iken dönüp de yüzüne bakmadığın “şeylere” muhtacız.

        Oruç acizliğin, zayıflığın idrakinden başka bir şey değil. Ama bu idrak insanı küçültmek, aşağılamak için tasarlanmış bir edim de değil. Hayır.

        Bu seremoni, bu kısıtlanma ve sınırlılık insanın etrafındaki evrenin altını çizmek için. İnsan, parçası olduğu şeyler âlemine yabancılaşmamalı, onlara kıymet vermeli ki kaybetmesin.

        Onlara esir de olmamalı, onlara hayır diyebilmeli ki, benliğini, biricikliğini koruyabilsin.

        Ramazan, bizi çevreleyen yasaların, eşyanın tabiatının ve sünnetullahın kıymetini idrak etmemizi ister. Aynı zamanda tüm bunlara “Hayır” diyebilme becerisi için çalıştırır.

        İftar saati gelene kadar bir buzdolabı kadar, yahut köşebaşındaki restoran kadar yakın olan imkânlara, ikram edilenlere, canımızın çektiği her şeye “Hayır” deriz.

        İftar saati gelene kadar acıkanın yiyeceğe, susayanın içeceği ihtiyacı olduğu gerçeğine, “Oruç insanı şöyle böyle yapar” diyen bilim/ psikoloji haberlerine, bedenimizin verdiği normal tepkilere de sadece ve basit bir biçimde “Hayır” deriz.

        İhtiyaçlarımızı yaratanın isteğiyle, ihtiyaçlarımızın çağrısına “Hayır” deriz. Hepsinin, hepimizin üzerindeki Allah’ın emrini tanıyacağımızı ifade etmiş oluruz.

        Kelime-i tevhidin, “La ilahe illallah”ın ilk hecesindeki gibi gelişir olaylar. Yalnızca Allah’a “Evet” diyene kadar sürer.

        Nitekim, iftar saati geldiğinde, ikramı kabul ederiz. Çünkü amaç, ölümüne bir terbiye değildir. Bizi yaşatan şeyi hatırlamaktır.

        Yaşamı, doğru adreste kutlamak.

        O halde kutlu olsun, ramazan geldi.

        Diğer Yazılar