Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendince organize etmeye çabalayacağı “Hayır” kampanyasının nasıl elinde patlayacağını referandum sonuçlarında göreceğiz. Geçmiş tecrübeler, muhalefetin yarattığı antipatinin kendi seçmeninde bile ters teptiği ve iktidara katlanarak yaradığını gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday yapılması, diyeyim.

        Başkanlık sistemi referandumunda da evet çıkacak ama muhalefet nerede hata yaptığını anlamadan yerinde oturmaya devam edecek.

        Bugünlerde herkesin dilinde bir “No” filmi var. Siyasi aktivizm olarak Facebook profil resimlerini kırmızı fon üzerinde “Hayır” grafiğine çevirenler muhalefete bu filmi öneriyor. Sanırım sosyal medyada iki post’la vatandaşlık görevlerini yaptıklarını düşünüyor. Oysa siyasi kampanya konusunda uzman Şeyda Taluk’un kendi sitesinde (seydataluk.com) yazdığı gibi film Şili’deki referandum sürecinin sadece bir kısmını yansıtıyor. Sadece bir reklam kampanyası, toplumun gidişatını değiştirmeye yeterli değil, bunun için kitlelerin mobilize olması gerekiyor.

        Bu da organik gelişen bir süreç, reklam ancak halihazırda bir dinamik varsa onun üzerine bindiği zaman başarılı olur: Michael Jordan başarısız bir basketbolcu olsaydı hiç kimse onun spor ayakkabılarını almazdı. Tweet atarak demokrasi gelseydi 2009’da İran yeni İsviçre olmuştu.

        Donald Trump’ın bazılarına sürpriz görünen seçim zaferi Amerikan toplumunda müesses nizamın dışındaki siyasetçilere olan açlıktan doğdu büyük ölçüde. Tıpkı 2002’de Erdoğan’ı yaratan toplumsal ihtiyaçlar gibi.

        Her iddiasına girerim CHP’nin “Hayır” kampanyası hayali bir öcüye karşı kendilerinin ne kadar harika olduğu ana fikrinden yola çıkacak. Erdoğan’ın her yaptığı kötülenecek, canavarlaştırılmaya çalışılacak ve sonunda rezil olacaklar.

        ELİTLERİN MESELESİ

        Anlamadıkları şu: Geniş halk kitlelerinin Erdoğan’la elitler kadar sorunu yok. New York şehri yüz yıldır (gerçekten yüz yıldır) bir metro hattı açmak için uğraşıyor, aça aça tek durak açtılar bu sene. Türkiye’de neredeyse birkaç hafta içinde tüneller yapılıyor, köprüler inşa ediliyor. Beğenin beğenmeyin ortada gözle görülür, somut bazı ilerleme işaretleri var: Geniş halk kitlelerinde büyük ülke algısını oluşturuyor en azından.

        Sürekli Erdoğan’ın kötülüğünü vurgulayan muhalefet ise bunu bir türlü net şekilde anlatıp ikna edemiyor. Verilen mesaj anaokul çocuklarının “Seni sevmiyorum, sen çok kötüsün” düzeyinde. Kendisinin sürekli muhafazakârlardan daha iyi olduğunu vurgulayan muhalefet denince ise aklıma 10 Kasım müsamere kostümlü Aylin Nazlıaka geliyor. Son numarası kendisini kürsüye kelepçelemek oldu. Müsamereden vodvile dönen bir muhalefete “Yeni bir dil bulmanız” lazım demek bile boş, ama hadi yine de şansımı deneyeyim.

        MUHALEFETİN SORUNU MERYL STREEP

        ABD ile Türkiye’nin birbirine bu kadar benzediği bir dönem daha olmamıştı. İki ülkede de muhalefetin neden başarısız olduğunun en son örneği Meryl Streep’in Altın Küre ödül törenindeki konuşması oldu.

        Hakikaten de güzel inşa edilmiş, mükemmel aktarılmış; Hollywood’un çeşitliliğe, farklı kültürlerin bir arada gelip yarattığı sinemanın büyüsüne gönderme yapıyor. Ama sonra geliyor ve bir yerde kitleniyor: “Biz olmasak sadece dövüş sanatları ve futbol izlersiniz.”

        Birkaç sene önce Brooklyn’deki komşularım beni Floyd Mayweather ve Manny Pacquiao boks maçını izlemek için bir partiye davet etmişti. En çok eğlendiğim gecelerden biriydi. Ev sahipleri Columbia mezunu mühendisler, davet ettikleri insanlar Google, American Express, Spotify, Merrill Lynch gibi dev firmalarda çalışıyordu. Partideki hemen herkes Demokrat’tı ama bu boks maçı izlemelerine engel değildi. Kaldı ki hayat bize sadece sinema ve boks arasında tercih yapmayı zorunlu kılmıyor.

        HALKI AŞAĞILAYAN SİYASET

        Streep’in ne demek istediğini anlıyorum: Sadece boks izleyen, kitap okumayan, film izlemeyen bir kitlenin hâkimiyetinin tehlikeli olacağını vurguluyor. “Göbeğini kaşıyan adam” diyor özetle...

        Peki bu insanların kendi konuşması hakkında ne düşündüğüne dair bir sorgulama yapmış mıdır?

        Bir siyasi strateji olarak karşı tarafı aşağılamanın ya da onlardan daha iyi olduğunuzu yüzlerine karşı söylemenin ters teptiğini Türkiye tecrübesinde gördük.

        Bir insan kendi özel hayatında halktan nefret edebilir, uzak durabilir; bunlar şahsi tercihlerdir. Benim de dünyadaki dertlerimle geniş halk kitleleri arasında bir uçurum olmadığını iddia edemem. Oysa dünyada deneyip yanılarak en işlevsel sistemin demokrasi olduğuna karar veren atalarımız gücü elitlerden alıp halka verdi. Halkı uzaklaştırmak, sistemin dışına itmek, “Biz daha iyiyiz, sizin kültürünüz bu işte, siz ne anlarsınız” diye defalarca üstüne basa basa vurgulamak bir işe yaramıyor. Nitekim seçim sonuçlarını da elitler değil, çoğunluk belirliyor.

        2002’de Türkiye’de belli bir kesimin yaşadığı travmanın bir benzeri, Donald Trump’ın seçim zaferini hâlâ kabullenemeyenler arasında ABD’de yaşanıyor. Sandıktan çıkan sonuç çoğunluğun tercihine inancını kaybetmek olmamalı halbuki.

        YENİ BİR DİL

        Ben hayatta hep elit olmanın özenilesi olduğuna inandım. Eliti maddi bir kategori olarak tanımlamıyorum; iyi eğitim almak, iyi okullara gitmek, çok okumak, çok bilmek benim için gerçek seçkincilik. Belli bir aşamadan sonra yer yer kendimin de refleks olarak “Sen ne anlarsın ki” noktasına geldiğimi fark ediyorum.

        Önceki gün bir arkadaşımla tartışırken kendi haklılığımı, “Bu konuda doktora yaptığım için şunu söyleyebilirim ki...” diye sonlandırdım. Bu cümle ister istemez, “Kusura bakarsan bak ama düşüncelerinin benim için hiçbir değeri yok” da demekti. Neyse ki siyasetçi değilim.

        Ama özellikle muhalif siyasilerin geniş halk kitlelerine kendilerini anlatmak için yepyeni bir dil bulmaları zorunlu. Türkiye’de 2002’den beri her seçimi kaybeden muhalefet bunu beceremedi, ABD’li Demokratlar sihirli formülü bulacak mı emin değilim.

        LA LA LAND’DEN NEDEN NEFRET EDİYORUM

        - Ne Ryan Gosling ne Emma Stone tam olarak şarkı söyleyebiliyor. Daha çok mırıldanıyorlar. Dahası şarkılar da pek güzel değil.

        - Fatih Özgüven’in Ekranella. com’da yazdığı gibi film bir başarı fetişizmi üzerine kurulu; yönetmeni de genç yaşında ikinci filmiyle aşırı başarılı olmak için bir formül uygulamış.

        - Çok kültürlülükten eser yok. Film tam bir beyaz insan romantizmi, göstermelik olarak da John Legend bir biblo gibi kullanılmış.

        - Tamam gayet güzel izleniyor ama parfüm gibi, uçucu bir film. Kimin aklında filmden tek bir diyalog kaldı?

        - Yansıttığı Los Angeles fazlasıyla klişe, bir turist perspektifinden adeta.

        - 2016’da son yılların en iyi filmi “Moonlight” vizyona girdi, o dururken başka filmin lafı olmaz.

        DÜZELTME: Dünkü yazımda Turan Yavuz’un soyadını Yılmaz diye yanlış yazmışım. Düzeltir, özür dilerim.

        Diğer Yazılar