Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        CALIFORNIA hedonizminden bahsedenler Noel tatilini hiç Sacramento’da geçirmemiş olmalılar. Joan Didion’ın bir söyleşide söylediği bu cümle “Lady Bird” filminin hemen başında yer alıyor. Yönetmen ve yazar Greta Gerwig de Didion gibi aslen Sacramentolu; 34 yaşındaki Gerwig’in de kendi kuşağının eli kalem tutan diğer üyeleri gibi Didion’la büyüdüğü, etkilendiği hemen anlaşılıyor. Film biraz da Didion’ın California üzerine yazdığı pek çok makalenin otobiyografik unsurlarla beyazperdeye taşınmış halini andırıyor.

        Tesadüf bu ya, filmi Los Angeles’ta izledikten bir-iki gün sonra California’da seyahate çıkıyordum ve her ne kadar Sacramento’ya giden otobandan hızla kuzeye doğru yol alsam da Didion’la Gerwig’in şehrine uğramadım. Ama yolda tam olarak California hedonizminin nasıl bozulabileceğini gördüm.

        Uzaktan gelenler için California masalsı, büyüleyici bir yer. Dağların arkasında Pasifik Okyanusu’nun kıyısında yer alan bu eyalet, ABD’nin genelinden kopuk gibi duran başlı başına bir ülke gibi. Fortune Dergisi’ne göre sadece California kendi başına dünyanın altıncı büyük ekonomisi. Özellikle Trump’ın Başkan seçilmesinden sonra #Calexit hareketi, eyaleti ABD’den ayırmanın fantezisini kuruyor. İç ülke değil, kendi başına ülke olarak kalsın diye...

        Pasifik Okyanusu’nun kıyısından eyaleti baştan aşağı saran dünyanın en çarpıcı ve kalabalık yollarından Highway 1’de ilerlerken dünyanın bir yerinde daha güzel hayatlar olduğunu görüyorsunuz. Bir yanda okyanus, neredeyse hiç kaybolmayan bir güneş, yer yer ortalığı kaplayan bulutlar bile bu toprakların bir masal diyarı olduğunu hatırlatıyor.

        ÖMÜR UZUYOR

        Yapılan araştırmalar, California’ya taşınan insanların ömürlerinin uzadığını, ABD’nin diğer şehirlerine kıyasla hastalıkların azaldığını gösteriyor. Hayat kendi dinginliğinde ilerliyor, sanki hiç kimse çalışmıyor, gerçek dünya buralara uğramamış gibi görünüyor.

        Otobandan gidildiğinde California fantezisi bir anda yerle bir oluyor. Herkes okyanus kenarında yaşamıyor, herkes çok güzel değil ve üstü açık arabalara binmiyor. Rastgele girdiğim bir In & Out hamburgercisinde inşaat işçileri, göçmen aileler, çalışan sınıf karnını doyuruyor.

        Yazları Meksika’dan sezonluk işçiler getirilip az paraya tarlalarda çalıştırılıyor. Sahilde balinaları, fok balıklarını izleyerek ilerliyorsunuz, içerilerde hapishanelerden getirilip yol kenarında çalıştırılan mahkûmlar pencereden görünen manzara. Çeşitli etaplarda yapılan o 1 numaralı otobanda da hapishane işçilerinin emekleri var.

        Greta Gerwig film boyunca doğup büyüdüğü Sacramento’dan kaçmak istiyor, ama bir şekilde bu şehri sevdiği de anlaşılıyor. Kendisi de filmdeki yansıması olan ana karakter gibi sonunda kapağı New York’a atıyor, hatta New York’la özdeşleşiyor.

        Joan Didion’ın en meşhur makalesi de New York’u bırakıp gitmek üzerine bir manifesto olan “Goodbye to all that”. New York’un vaat ettiği ne varsa hepsine veda edip Malibu’ya taşınmıştı, ama uzun yıllar sonra yeniden New York’a döndü, kızını ve eşini New York’ta kaybetti ve hâlâ burada yaşamaya devam ediyor.

        YUMUŞAMADAN GİTMEK

        90’lı yılların sonunda Yönetmen Baz Luhrmann’ın şarkı haline getirdiği bir köşe yazısı vardı. Bir mezuniyet töreni konuşması şeklinde yazılan bu köşe yazısı, diş ipi kullanmaktan kendi kendine dans etmeye kadar çeşitli tavsiyeler içeriyordu. Önerilerinden biri de “Bir dönem Güney California’da yaşayın”dı, hemen ardındansa fazla yumuşamadan ayrılmayı hatırlatıyordu. Tıpkı fazla sertleşmeden New York’tan gitmek gibi.

        Benim California’yla şahsi ilişkim de hedonizm ile gerçeklik arasında gidip geliyor. Dışarıdan ziyaretçi olarak gittiğimde büyüsüne kapılıyorum, her şeyi toplayıp taşınmayı düşündüğümdeyse ayağım geri geri gidiyor. Bilmeyene insan California’da hiç mutsuz olmazmış gibi geliyor, ben o büyünün bozulmasından korkuyorum.

        BIXBY KÖPRÜSÜ DURAĞIM

        SAN Francisco’daki Golden Gate Köprüsü kadar olmasa da Amerika’nın en bilinen köprülerinden biri Bixby Köprüsü. Hippi cenneti Big Sur’a giren bu köprünün hemen başında manzarayı izleyecek bir durak var, şimdi daha çok “selfie noktası” olarak kullanılıyor.

        Batı sahilinin en çok fotoğraflanan noktalarından olan bu köprüyü en son “Big Little Lies” dizisinde gördük. Bir bira reklamı çekildi yakın zamanda. Köprünün bir benzerini de bilgisayar oyunu sevenler Grand Theft Auto V’den hatırlayacak.

        Benim için en büyük hayal kırıklığı bu sefer köprünün altında bulutları görmemek, açık havada buradan geçmek oldu. Bazen çok ürpertici olabiliyor görüntü, onu kaçırdım.

        Bixby Köprüsü, ABD’nin en çok fotoğraflanan duraklarından biri

        **************

        TÜRKİYE’NİN İHTİYACI OLAN FİLM

        AGATHA Christie’nin “Şark Ekspresinde Cinayet” romanı o kadar iyi bilinir, klasik “Katil kim?” öykülerinden sonuyla öyle hatırlanacak şekilde ayrılır ki yeniden bu hikâyeyi filme aktarmanın ne gibi bir faydası olabilir? Ama kuşaklar değişiyor ve artık tarihe karışan o meşhur tren gibi birçok kişi de bu muazzam dedektiflik öyküsünün ne olduğunu bilmiyor.

        Kenneth Branagh hem yönetiyor, hem de meşhur dedektif Hercule Poirot’yu canlandırıyor. Johnny Depp’ten Michelle Pfeiffer’a bir yıldızlar kadrosunun eşliğinde vagondaki cinayetin izini sürüyor. 65 mm.’yle çekilen film muazzam dağ manzaralarının dışında, sahnelerin çoğu trenin içinde geçmesine rağmen muazzam bir genişlik sağlıyor. Film harika mı, hayır. Ama eğlenceli ve sponsorunu memnun edecek bir benzetmeyle ağızda çikolata tadı bırakıyor.

        Perdede birkaç kere beliren dev Godiva logoları en belirgin “ürün yerleştirme” araçları.

        Şark Ekspresi lüksle özdeşleştiği için çikolata markası da kendisine yemekli vagonda yer açıyor. Ama filmde asıl ve daha önemli bir başka ürün yerleştirme var: Türkiye.

        TÜRKİYE FANTEZİSİ

        Nasıl muazzam bir İstanbul ama görünen. Kudüs’te mükemmel yumurta için herkesi canından bezdiren Poirot, trene binmek için geldiği İstanbul’da pidelerin kusursuzluğundan söz ediyor. Belki filmi uzakta izlediğim içindir, o fırından yeni çıkmış ramazan pidelerine ekrandan uzanıp koca bir parça koparmak istedim.

        Filmdeki gibi bir Sirkeci Garı yok elbette, hiç olmadı. Ama tasavvuru bile güzel.

        Zaten tam bir Şark fantezisi olarak İstanbul yansıyor; mimarisi, mutfağı, sıcak insan ilişkileri, kendine özgü kaosuyla. Fes yok ya da belirgin değil. Kara peçe falan yok. Geceyarısı Ekspresi’ni raydan çıkarıyor Şark Ekspresi.

        Tren bir kere İstanbul’dan ayrıldı mı karlı dağlarda mahsur kalıyor. O halde acaba hiç ayrılmasa mıydı? Garda muazzam bir renklilik, herkesin birbiriyle uyum içinde hareket ettiği bir bale, renkli ve dolu dolu bir dünya vardı.

        Cinayetten ve ahlaki ikilemden çok uzakta.

        Diğer Yazılar