Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Quentin Tarantino’nun “Once Upon a Time… in Hollywood” filminden çıkar çıkmaz tam kararımı veremedim. Açıkçası önce beklediğimi bulamamışım gibi geldi. Charles Manson ve “ailesi” üzerine bir film bekliyordum. Dönemin cinayetlerini gösterecek, bir polisiye gibi bu tarikatın izini sürecek falan zannediyordum. Daha önce çıkan haberler de bu yöndeydi. Ama hiçbir Tarantino filmi göründüğü gibi değil tabii, bu da Manson’un ruhunun üzerinde dolaştığı bir dönemin fotoğrafı çıktı.

        Tarantino filmlerinin tersten çakmak gibi bir özelliği var. “Inglorious Basterds” görünürde II. Dünya Savaşı hakkındaydı ama aslında sinema sanatına adanmış bir filmdi. Bütün Tarantino filmleri aslında anlattıkları hikayedense sinemanın büyüsü hakkında daha çok, sinema sanatı hep leitmotif, imkanlarını sonuna kadar kullanarak beyaz perdede gerçek bir sanatçının neler yapabileceğini gösteriyor. Sinema aşığı olmadığını bilmeyen yok, her seferinde ama özellikle bu dokuzuncu filminde bu aşkı bizimle de paylaşıyor.

        “Once Upon a Time” ise aynı anda bir belgesel de. Üzerinde düşündükçe aklımda kalan sahneler ana hikayeyle şöyle bir ilgisi olan küçücük anlar. Bu kısacık karelerle Los Angeles’ta 1960’lı yıllarda insanların nasıl yaşadığın, şehrin kültürünü, dönemin özgürlük havasını arşiv görüntülerinden ya da gazete haberlerinden çok daha ekonomik ve çarpıcı bir şekilde veriyor.

        ESKİ GÜZEL GÜNLER

        Herkesin otostop yaptığı, plaklardan çalınan müzik seslerinin evlerden yükseldiği, henüz malikanelerin önlerine duvarlar örülmediği, sürekli eğlenilen bir dönem. Ev partilerinde sadece içkilerin değil, uyuşturucu kokteyllerinin de karıştırıldığı, herkesin aynı sektörde çalışıp birbirini aşağı yukarı tanıdığını, kimin elinin kimin cebinde (ya da yatağında) olup olmadığının muğlak olduğu yıllar.

        Film hakkında yazılan bütün yazılar Joan Didion’ın “The White Album” adlı yazması 10 yıl süren makalesinden alıntı yapıyor. Didion, 60’lı yılların Cielo Drive’daki o cinayetle bittiğini yazmıştı. Tarantino da 1969’da Manson’ın “aile” dediği örgüt üyelerince öldürülen Sharon Tate’i filminin karakterlerinden biri yapıp finale kadar onun ölümüyle sonlanan dönemi anlatıyor. Didion bu cinayet haberinin şehirde hızla yayıldığını ama hiç kimsenin şaşırmadığını da eklemişti. Tarantino da neden hiç kimsenin şaşırmamış olabileceğini anlatıyor bir anlamda.

        Sharon Tate’in öldürülmesi 60’lı yılların o uçsuz bucaksız özgürlük ütopyasına da son verdi. Hippi masalı son buldu, dünya idealizmden daha karanlık bir döneme geçti. 70’li yılların sinemasından bu karanlık, kuşkucu, paranoyak bir dönemi anlamak mümkün. Gençler yenildi, hayaller yıkıldı.

        Dönemin bitişine kimse şaşırmadı, çünkü herkes bu lale devrinin bir gün biteceğini biliyordu. Los Angeles’ın üzerinde hep bir sis bulutu dolaşır, Charles Manson ve kurduğu yapay aile de o muazzam partilerin, Hollywood masallarının kabusuydu.

        Sonuçta Manson’ın ortaya çıkışı da ters giden bir Hollywood masalıydı. Müzisyen olmak isteyen, kendisini aşırı yetenekli görüp ün peşinde koşan ama hakkının yendiğini düşünen, bu yüzden de içinde öfke biriken bir megalomandı Manson. Etrafında kurduğu topluluk aileleri tarafından istismar edilmiş, evden kaçan ve fuhuşa sürüklenen genç kızlardan oluşuyordu. Manson bu zavallı insanları manipüle edip kendi suç makinesine döndürdü, kendi intikamını aldırdı ve, evet, tarihin en büyük psikopatlarından biri olmasına rağmen hiç kimseyi öldürmedi.

        SİNEMA GERÇEKLİKTEN KAÇMAKSA

        Manson ailesinin kurbanı Sharon Tate ise Hollywood hayalini denemiş, ama neredeyse vazgeçmek üzere olan az şöhretli bir oyuncuydu. Kariyeri beklediği gibi gitmediği için sinemadan vazgeçmeyi, evinin kadını olmayı bile düşünmüyordu. Sekiz buçuk aylık hamileyken kocası Roman Polanski evden uzakta, Londra’da film çekiyor ve bir türlü eve dönmüyordu. Başka kadınlarla yaşadığı ilişkiler, Tate’i küçümsemesi ama ayrılamaması aralarında ilişkiyi hastalıklı bir tutkuya döndürmüştü. Öldürüldüğü gece Tate’in yanındaki Jay Sebring eski sevgilisi, belki de tek gerçek aşkıydı. Karnında çocuğuyla öldürülen Tate anne olduktan sonra yeniden sinemaya dönmeyi, evliliği toparlayıp kariyerine odaklanmayı, beklediği çıkışı yakalamayı hayal ediyordu.

        Ama masal bir gecede bitti.

        Tarantino’nun kamerası böyle yıkılan hayaller, psikopatların karattığı hayatlar, zavallılığın çaresizliğiyle biten 60’ların üzerinde dolaşırken yeni bir soru soruyor: tarih başka türlü yazılsaydı hayaller de sürer miydi? Film en son sahnesinde, birkaç kişi eve doğru yürürken insan başka bir tarihte neler olabileceğini düşünüyor. Bu büyüyü, tarihi yeniden yazma imkanını sinema sanatı tanıyor. Sinema gerçeklikten kaçmanın, masal satmanın sanatı sonuçta. Madem birkaç saatliğine gerçekliği dışarıda bırakıp kendimizi perdeye teslim ediyoruz, neden tamamen hayal alemine dalmayalım ve tarihi istediğimiz gibi yazmayalım?

        REKLAM

        ***

        Uğur Cebebi bunu nasıl bilmez

        Havacılık üzerine yazılarıyla tanıdığımız Uğur Cebeci önceki gün Hürriyet’te yazılı olmayan bir yolculuk kuralından bahsediyor. Orta koltukta oturan yolcunun kolçaklardan birini kullanması gerektiğini… Halbuki çok basit bir nezaket kuralıdır: orta koltukta uçmanın cezasını hafifletmek için iki kolçak da o yolcunun olmalı. Koridora çıkış ayrıcalığı koridor yolcusunun, pencereyi kapatma ayrıcalığı da pencerede kenarında uçanın olduğu gibi. Çok sık uçan pencere ve koridor yolcuları iki kolçağın da orta koltuktaki yolcunun olduğunu bilir, bunu pazarlık malzemesi yapmaz.

        REKLAM

        ***

        Taksiye daha da zam yapılmalı

        Taksi ücretlerine yüzde 25 zam yapıldı, ama hala İstanbul gibi büyük bir şehirde taksilerin dünya ortalamasının çok altında ücretle yolcu taşıdığı gerçeği değişmiyor. Dövize vurulduğunda çok uzak mesafelere komik rakamlara gidiliyor, ama TL için bile epey ucuz taksi.

        Oysa taksi ayrıcalıklı, lüks bir tercih olmalı. Her dakika binilecek, sık sık kullanılacak bir toplu taşıma aracı değil, şoförlü bir araba gibi maliyetli olmalı. İnsan toplu taşıma araçlarıyla gideceği yere taksiyle gitmeyi tercih ederken birkaç kere düşünmeli.

        New York’tan bir örnek vereyim mesela. Metro 2.75, aynı mesafede taksi ise 27.50 dolar gösteriyordu önceki gece. Tam 10 katı. Büyük şehirlerde olması gereken bu, taksi ücretleri caydırıcı olmalı ki insanlar daha az kullansın. Trafikte daha az taksi olsun, toplu taşımanın önemi daha net anlaşılsın ve şehirler de buna göre şekillensin.

        Diğer Yazılar