Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        HİZBULLAH ile PKK arasındaki ateşkes 2000 yılından beri devam ediyordu. HDP tabanının Kobani eylemlerindeki sorumsuz tavrı bu ateşkesi tehlikeye soktu.

        HÜDA-PAR destekçileri, Kobani eylemleri sırasında vahşice katledildi. HÜDA-PAR çevrelerinden göstericilere ateş açılması da gerilimi zirveye çıkardı.

        Bundan sonra iki partinin nasıl hareket edecekleri haliyle merak ediliyor.

        Geldiğimiz noktada, üçüncü tarafların bir kan davasını teşvik eder pozisyon almaktan kaçınması da oldukça önemli. Hiç şüphesiz bu uyarıyı yok yere yapmıyorum. Kobani eylemlerinde yaşanan çatışmalarla ilgili yayın ve yorumları bir haftadır takip ediyorum.

        Ne yazık ki üçüncü taraf olarak niteleyebileceğim bazı kesimler, itidal tavsiye edeceğine, katledilen mazlumlar üzerinden HÜDA -PAR tabanını adeta şiddete teşvik ediyor.

        Buradaki hesabın, HDP kitlesini Hizbullah’ın eylemleriyle terbiye etmek olduğunu inanın düşünmek dahi istemiyorum. Ancak vahşice öldürülen HÜDA-PAR’lıların katillerini yargı yerine Hizbullah’a havale etmeye çalışma gayretkeşliğini izledikçe düşünecek başka bir şey de bulamıyorum.

        Umarım yanılıyorumdur, ama böyle bir hesap varsa HÜDA-PAR ve HDP’nin çok daha dikkatli olup acilen diyaloğa geçmeleri hayatiyet arz ediyor.

        HDP’nin diyalog için bir adım atmadan evvel acilen yapabileceği şeyler de var elbette. Parti öncelikle tabanına, her sakallının IŞİD’ci olmadığı gerçeğini anlatmayı denemeli. Doğrusu bu İslamofobik hareket tarzı, Demokratik İslam Kongresi’ni düzenlemiş bir partiye de yakışmıyor. HDP, Hizbullah tabanının HÜDA PAR’la siyasete girmiş olmasının barış adına büyük bir kazanım olduğu gerçeğini de kabullenmeli.

        Netice-i kelam, Kobani olayları HDP ile HÜDA-PAR tarafından bir musibet olarak görülmeli. Bu musibetten ders çıkarılıp fiili ateşkes helalleşmeyle taçlandırılırsa, kardeşliğin gereği de yapılmış olacak.

        Yasaklardan demokrasi çıkar mı?

        ADI yasak olunca savunmak da zorlaşıyor. Hükümetin güvenlik reformu da neticede yeni yasaklar getiriyor. Eylemlerde maske takmak yasaklanıyor. Polisin gözaltı yetkisi genişliyor. “Makul şüphe” varsa gösteri hakkı gözaltıyla engelleniyor. Tabii bu da yeni bir yasak anlamına geliyor. Reformdaki yasaklayıcı önlemler bunlarla da sınırlı değil.

        Gönül ister ki yasaklara hiç gerek olmasın. Herkes gösteri hakkını özgürce kullansın, kimsenin canı yanmasın. Ancak gösteri hakkını özgürce kullanmanın kurallara uymaktan geçtiğini de inkâr edemeyiz. Göstericilerin yüzde 99’unun barışçıl davrandığı eylemlerde bile yaşananları düşünün.

        En barışçıl eylemler bile, bazı marjinallerin maske takıp polise ve çevredeki işyerlerine molotofkokteylleriyle saldırmaları yüzünden çirkinleşiyor. Polis, marjinalleri gerekçe olarak gösterip orantısız güce başvuruyor. Sonra da TOMA’lar konuşuyor, biber gazı yağıyor.

        Hal böyle olunca eylemde dile getirilen talepleri değil, yaşanan şiddeti konuşmak zorunda kalıyoruz. Polis marjinalleri dağıtayım derken en temel demokratik hak olan gösteri özgürlüğünü kökten yok ediyor.

        Tek amacı barışçıl bir eylemle dertlerini duyurmak olanlar da polisin müdahalesi ve vandalların molotofkokteylleri yüzünden yaralanıyor, hatta yaşamını yitiriyor.

        Başbakan Ahmet Davutoğlu, güvenlik ve özgürlük dengesini sağlayacağını iddia ettiği düzenlemeyi AB standartlarına uygun olduğunu söyleyerek savunuyor. CHP Lideri Kılıçdaroğlu ise güvenlik reformunun Kenan Evren dönemine dönüş anlamına geldiğini savunuyor.

        Kılıçdaroğlu’nun meseleyi her zamanki gibi fazlasıyla abarttığı kesin de, Davutoğlu’nun dediği gibi bu yasayla çok daha demokratik bir ülke haline gelir miyiz ondan da emin değilim. İşin aslını, reform uygulanırken göreceğiz.

        Diğer Yazılar