Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yılan en tehlikeli, sinsi hayvanlardan biri olarak bilinir. Türk dış politikasında “yılan” benzetmesi en çok Rusya için kullanılır. Denize düşünce sarılabileceğimiz bir yılan olarak Rusya hemen oracıkta durur. Karadeniz’in karşı kıyısında her zaman hazır ve nazır bir şekilde bizim denize düşmemizi beklemektedir.

        Meşhur benzetmenin realiteye tekabül eden boyutu da var elbette.

        Üçüncü Selim’in Yeniçeri darbesiyle katledilmesinin ardından tahta çıkan İkinci Mahmud, Yunan isyanları karşısında çok sıkışır. Mısır’da bağımsızlık ilan etmiş Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istenir.

        Kavalalı yardım karşılığında padişahtan Girit için söz alır. Gelgelelim onun donanması da çok geçmeden imha edilir. Kavalalı bu hezimetin telafisi için İkinci Mahmud’dan Suriye’yi ister. Talebi reddedilince de Osmanlı’nın içine düştüğü zor durumdan istifade eder. Suriye üzerine gönderdiği ordusu Kütahya’ya kadar gelir. Eli gayet güçlüdür. Zira Fransa’nın desteği arkasındadır. İngiltere ise ikircikli bir taktik izler.

        Padişah, “ezeli düşman” Rusya’dan yardım istemek zorunda kalır. Neylersin ki bu yardım karşılığında da Rusya’yla Boğazlarda geniş imtiyazlar tanıyan Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalanır. Rus ordusu Boğaz’a demirler. Rivayete göre bu kez de Boğazları Ruslara kaptırma endişesine kapılan İkinci Mahmud’un dudaklarından o o vakit, “Denize düşen yılana sarılır” sözü dökülür.

        Bu tecrübelerin etkisiyle, çok zor duruma düşmeden Türkiye’nin Rusya’nın elini tutmayacağı düşünülür. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün Rus lider Vladimir Putin’le yaptığı zirve de Batı basınında daha çok bu eksende okundu.

        Manzaradaki benzerlikler de işin tuzu biberi oldu haliyle.

        Türkiye’nin 15 Temmuz’da karşılaştığı büyük ihanet herkesin malumu. Batı’yla Ankara arasındaki gerilimin zirveye çıktığı da aşikâr artık. Erdoğan’ın Le Monde Gazetesi’nde verdiği röportajda Batı’yı “kendi değerlerine ihanet etmekle” suçlaması da bunun göstergesi zaten. Batı’nın Türkiye’ye ihanet ettiği kanaati de bugün Türkiye’deki her kesim tarafından kabul görüyor. En Amerikancı, AB’ci olanlarımız bile Batı’nın darbe karşısındaki ikiyüzlü tavrını eleştirmeden geçemiyor.

        Gelgelelim Türkiye-Rusya arasındaki vaziyetin gerçekçi şekilde okunamadığı gerçeğini de vurgulamak gerekiyor. Öncelikle Türkiye, dönemin yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı’sını andırmıyor. Ülke, pek çok açıdan tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. Düne kadar büyük risk olarak görülen bazı tehlikelerin artık geride kaldığı gözden kaçıyor. Oysa bu risklerin tasfiyesi Türkiye’nin önünün açıldığı ve yükselişin bundan sonra daha da hızlanabileceği anlamına geliyor.

        Ayrıca Ankara, “varlığını” tehlikede gördüğü için değil dostane ilişkilerin bölgenin tamamına olumlu yansıyacağına inandığı için Rusya’yla ilişkilerini güçlendiriyor. Rusya da Türkiye’yle işbirliği yapmadan bölgede rahata eremeyeceğini son bir yıldaki Suriye tecrübesiyle anlamış görünüyor. Yakınlaşmanın ticari ağırlıklı olması da bu ilişkinin son derece sağlıklı bir zeminde yükseldiğine işaret ediyor.

        Hepsinden önemlisi Batı’yla ilişki önceki dönemleri andırmıyor.

        Batı’nın zihninin, Türkiye’yi kaybetme lüksünün olmadığı noktasında gayet berrak olduğu anlaşılıyor. Nitekim NATO’nun dünkü “Biz Türkiye’ye güveniyoruz, Türkiye de bize güvenebilir” açıklaması da Batı’nın Türkiye’yle daha adil bir yeni ilişki formatına ısınmaya başladığını gösteriyor.

        Türkiye Batı’dan kopmadığı gibi, bu türden bir derdi olmadığı için bir boşluğu Rusya’yla ikame etmeye de çalışmıyor.

        Netice-i kelam; Petersburg’dan dünyaya yansıyan Putin-Erdoğan fotoğrafı, yalnız kalmış liderlerin dost arayışını anlatmıyor. O tarihi fotoğraf, bağımsız hareket kabiliyetini ispatlamış Türkiye’nin artık bölgesel güç pozisyonunu konsolide etme aşamasına geçtiğine, küresel güçlerin de bu yeni durumu kabullenmeye başladığına işaret ediyor.

        Diğer Yazılar