Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Önceki gün WSJ Gazetesi’ne konuşan bir Avrupalı diplomat, “Türkiye’deki hükümet önce baskı altına aldığı medyayı kullanarak kamuoyu oluşturuyor, sonra da bu kamuoyunun kendisini kısıtladığını iddia ediyor” demiş.

        İsminin gizlenmesini isteyen bu diplomata göre, Türkiye’deki Amerikan karşıtlığının yükselmesinin nedeni de tam olarak burada yatıyormuş. Avrupalı diplomatın sahte doktor edasıyla yaptığı bu teşhisten de anlaşılacağı üzere, krizden çıkışı sağlayacak dişe dokunur bir öneri de getirilemiyor makale boyunca.

        “Türkiye’yi ABD ekseninde tutmak” başlığı bile yazının bakış açısının sakatlığını gözler önüne sermeye yetiyor. Bölge politikalarında habire eksen değiştirenin, üstelik bunu yaparken müttefikini dinlemeyip çıkarlarını da dikkate almayanın Türkiye değil ABD olduğu gerçeği de görmezden geliniyor.

        Oysa bölgesel politikalarında son yıllarda durmadan keskin dönüşler yapanın ABD olduğunu herkes görüyor. Bölgedeki çıkarlarının değiştiğini düşünen ABD, Türkiye’den de işine gelmese bile tüm oldubittileri hemen kabullenmesini bekliyor. Gerçekçi olmayan bu yaklaşım da haliyle karşılık bulmuyor Ankara’da. Lakin bu sefer de 15 Temmuz’daki darbe girişimi gibi akla ziyan yollara tenezzül ediliyor. Sefil bazı mahfillerle onların yerel taşeronları aynı saikle Türkiye’ye operasyonlar çekmeye başlıyorlar ki bu da ikili ilişkilerde büyük krizlere yol açıyor.

        Üstelik ABD’nin dış politikada yaptığı değişimlerin neredeyse tamamı da zamanında Türkiye tarafından önerilen fakat ciddiye alınmayan planlardan oluşuyor.

        İran politikası bunların başında geliyor. Türkiye 10 yıl boyunca nükleer krizin barışçıl çözümünü savundu ve ABD’ye yardımcı da olmaya çalıştı. 2010’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, dönemin İran Lideri Mahmud Ahmedinejad’a Tahran deklarasyonunu imzalatarak çözümü mümkün kılabilecek ilk küresel zafere imza attı. Peki ABD ne yaptı buna karşılık? O deklarasyonu çöpe attı. Bu yetmezmiş gibi İran’ı barışçıl çözüme evet dediği için yeni ambargolarla da cezalandırmaya çalıştı. BMGK’daki bu adaletsizliğe itiraz ettiği için Batı medyasına da Türkiye’yi linç etme talimatları verildi. 5 yıl sonra da aynı ABD, İran’la tıpış tıpış anlaştı.

        ABD’nin Irak politikası İran’dakinden farklı sayılmaz. Ankara yıllarca ABD’ye Irak’ta desteklediği mezhepçi yönetimin dışlayıcı, baskıcı politikalarla ülkeyi felakete sürüklediğini haykırdı. Maliki yönetimine desteğin kesilmemesi halinde Irak’ın toparlanamayacak hale geleceğini söyledi. Lakin ABD, Türkiye’yi Irak’ta da dinlemedi. Sonunda Irak patladı ve ABD de Ankara’nın önerdiği adımları iş işten geçtikten sonra atıp Maliki’yi devirmek zorunda kaldı.

        ABD’nin Türkiye’yi dinlemeyerek bölgede çizdiği zikzaklı siyasetin esas ibret vesikası da 2011’de başlayan Suriye krizidir. Türkiye, isyan daha protesto aşamasındayken siyasi çözümü savundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yine elini taşın altına koydu ve krizi çözmek için arabuluculuğa soyundu. Obama, aynı dönemde Suriye’yi bir Hollywood filmi misali izliyor ve Türkiye’nin uyarılarına rağmen “Esad derhal defolmalı!” türünden sert açıklamalar yapıyordu. Türkiye’nin barışçıl çözüm çabaları daha devam ederken de protestoculara CIA nezaretinde silahlar verildi. Suriye’deki barışçıl devrim yürüyüşü de böylece kanlı bir iç savaşa evrildi. Türkiye de katliamlara bigâne kalamadı ve Esad’la köprüleri yakmak zorunda kaldı. Ankara Şam’la köprüleri yakınca da müttefikimiz ABD bir “U dönüşüyle” Esad’ı devirme planından vazgeçti, dünyaya siyasi çözüm hikâyeleri anlatmaya başladı.

        Hasılıkelam, ABD-Türkiye ilişkilerinin çok daha büyük kırılmalara sahne olmaması için en azından yakın tarihe insaflı bir gözle bakmak, teşhisi de buna göre yapmak gerekiyor. Yakın tarihten hareketle koyduğumuz bu teşhis ise tedavi için önce ABD’nin “Müttefikim” dediği Türkiye’yi samimiyetle dinlemeyi öğrenmesi gerektiğine işaret ediyor.

        Diğer Yazılar