Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hepimizin yüreği yanıyor, feryada elinden geldiğince eşlik ediyor her birimiz. Çoğu kez bir ihmalkârlığa ya da ihmalden de öte bir serseriliğe kurban oluyor ana kuzularımız, canımızdan birer parça bildiğimiz ciğerparelerimiz.

        Sabah Adana’daki yangın ile İstanbul’da sanatçı Erdal Tosun’un hayatını kaybettiği kazayı konuşuyorduk bir yakınımla. Üzüntüsünü paylaşmaya çalışırken, lafın bir yerinde “Ne hale geldik böyle! Biz eskiden de böyle miydik?” diye sordu.

        Dört yıl boyunca polis-adliye muhabiriyken acı haberlerin peşinde koşturan biri olarak yazdığım, görüntülediğim olayları düşündüm. Sonra da şu cevabı verdim: “Belki sana tuhaf gelecek ama EVET, biz eskiden de böyleydik, belki daha da beterdik.”

        Bu acı ama gerçek cevabımın ardından da 2003-2004 yıllarından hatırladığım kaza gibi görünen seri cinayetten farksız vakaları anlatmaya başladım. İlkinde suçlu minibüs şoförüydü. Cep telefonuyla konuşuyordu. Ancak saliselerle ölçülebilecek arada ya yeni yanmış olan kırmızı ışığı görmemişti ya da ışığı görmüş olsa bile çoğu kez yaptığı geçiş hakkını yiyeceği sürücünün hoşgörüsüne, dikkatine sığınma kararı vermişti. O esnada yangına yetişmeye çalışan itfaiye aracı ise geçiş üstünlüğünü kullanarak bu şoförün yolcu minibüsüne çarpmıştı. Şimdi hatırladığım kadarıyla bu kaza o an hiçbir şeyden habersiz olan en az 7 masum yolcunun canına mal olmuştu.

        Hatırladığım başka bir vaka da 2003 yılında Bornova’da bir kafede çıkan yangındı. Çoğu öğrenci 9 kişi arkadaşlarının doğum günü partisinde eğlendikleri sırada Nağme Kafe’de çıkan yangında daha baharını yaşadıkları hayata veda etmişlerdi. Yangının görünürdeki sebebi basit bir elektrik kontağı olsa da işin aslı başkaydı. Kolaylıkla söndürülebilecek yangının faciaya dönüşme sebebi, kafenin dekorasyonunda kullanılan malzemelerin ucuz yanıcı maddeden tercih edilmesiydi. Daha bu yangının yüreklerde yaktığı ateş küllenmeden aynı sene bu kez de Balçova’da gençlerin gittiği bir kafede aynı sebepten başka bir facia yaşanmış, burada da 4 genç hayata veda etmişti.

        Bunlar temelinde ihmal ve sorumsuzluk yatan trajedilerden sadece birkaçı. O günlerde İzmir’de yaşanan yangınlar ve kazalar ile bugün İstanbul ve Adana’da olanları karşılaştırınca toplumdaki tepkinin eskisiyle kıyaslanamayacak oranda arttığını görüyorum.

        Türkiye’yi tümüyle kapsama alanına alan bu çağ, insanların arasında kalması, korunması gereken son mesafeyi de yok ediyor. Bunun bir sonucu olarak trajedilerin, sevinçlerin erişim oranı da hızı da inanılmaza koşuyor.

        İnsanı bilişim çağına 7/24 prangalayan akıllı telefon, bitmek bilmez bir ısrarla kölesine, “Hadi bir mesaj da sen at, bir fotoğraf da sen paylaş!” diye buyuruyor. Özellikle Twitter gibi sanal mecralarda yaşanan gerçeküstü ortaklıklar, insanın içine düştüğü bunalım çukurunun giderek daha da derinleşmesine yol açıyor. Çağ, kendisini onun büyüsüne kaptırmış insanı kaldırabileceğinden ağır bir yükü omuzlamaya zorluyor. Aslında insan da bunun farkında... Lakin gelişmelere karşı duyarsız kalmanın haberden yani hayattan kopmakla sonuçlanacağı korkusuyla çok istese bile bu yükten kaçamıyor.

        Sanırım, bugün dünyanın pek çok noktasına farklı şekillerde sirayet etmeye başlayan eski dünyaya özlem de kaynağını bu realiteden alıyor.

        Her gün farklı güncel trajedilerin gözlere, zihinlere bir perde misali inip durması, mazinin bugünden iyiymiş gibi hatırlanmasına ve özlemle aranmasına yol açıyor. Sosyal medyayı iyi kullanan profesyonel algı tetikçilerinin bu ruh halini siyaset kokan popülist söylemlerle manipüle etme çabaları da gidişatın katmerlenmesine yol açıyor. Geçmişe duyulan bu yanıltıcı hasretin önümüzdeki dönemde küresel düzeyde birtakım ciddi sonuçlar üretmesi de kaçınılmaz gibi görünüyor.

        Diğer Yazılar