Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        7 Ocak’taki saldırının ardından sizinle konuştuğumda moraliniz çok bozuktu ama anladığım kadarıyla 11 Ocak’taki yürüyüş sizi umutlandırmış.

        Evet beni çok umutlandırdı. Herkesin paylaştığı şöyle bir bilinç oldu: Avrupa’nın 11 Eylül’ü. Ne demek 11 Eylül? Bunun bir öncesi var, bir de sonrası olacak demek. Tarih yazımı bundan itibaren farklı şekilde seyredecek. Daha da iyi seyretmesi mümkün değil hissiyatı hâkimdi, çünkü 7 Ocak saldırısı Fransa’yı kalbinden vurdu. Hem özgürlük değerleri, hem ifade özgürlüğü açısından, Charlie Hebdo gibi bir geleneğin çöküşü anlamında. Bir de Musevi vatandaşlar var. Bugün Fransa’nın, Avrupa’nın, geçmişleri nedeniyle, demokrasi kültürünün iki ayağı var: İfade özgürlüğü ve anti-semitizme bir daha düşmemek. Bu saldırıyla birlikte ikisi birden vuruldu. 11 Eylül karşılaştırması bize ilginç kapılar açıyor. 11 Ocak yürüyüşü, 11 Eylül sonrası gibi olmaması için Fransa toplumunun, vatandaşlarının toplu kolektif bir bilincin meydanlarda kendini ifade etmesiydi. 11 Eylül’de Irak Savaşı başladı. Zaten bütün bu kötülüklerin nüvesi bu savaş oldu. Ortadoğu’daki karışıklık, Suriye meselesi zincirleme gitti. Bir hata bir sürü hatayı doğurdu. Birinci soru, “Buna tepkimiz 11 Eylül sonrası gibi mi olacak?” İkincisi, 11 Eylül’den çok farklı bir Avrupa boyutu söz konusu, çünkü teröristlerin tamamı Fransız vatandaşı. Aynı şekilde, Londra, İstanbul veya Madrid saldırılarına da baktığımızda bütün teröristler aslında Avrupa vatandaşı. Burada da kardeşler Avrupa vatandaşı, Fransız doğumlu. Bir defa Müslümanlık ile Avrupa iç içe. Et ve tırnak gibi. Kötülüğün kökeni dışarıda değil içeride. Onun için ne yapacaksınız? Nereye savaş açacaksınız? Müslümanları denize mi dökeceksiniz veya göçmenler ülkelerine mi geri dönecek? İkisi de mümkün değil. O zaman geriye iç savaş ortamı kalıyor. 11 Ocak yürüyüşünde, insanlar bunun farkına vararak sadece değerlerine bir saldırı olarak değil, birlikte ve bir arada yaşama arzusunu ve iradesini koydu.

        ‘ÇOK SAYIDA MÜSLÜMAN KATILDI'

        Müslüman olduğu belli olan kesimlerin yürüyüşe pek katılmadığı ifade ediliyor.

        Aralarında korkanlar olmuştur ama yürüyüşe çok sayıda Müslüman da katıldı. Bu bir yürüyüşten öte, bir meydan hareketiydi. Zaten yürünemeyecek kadar kalabalıktı. Meydanda bir birikim oldu, halka oluştu. Bir pankartın, bir örgütün arkasında hareket eden bir topluluk yoktu. Herkes tek başınaydı. Resimlere bakarsanız, “Ben Yahudi’yim”, “Müslüman’ım”, “Herkes bir arada yaşamalı”, “Kalemim” gibi şeyler vardı. Mutfakta bulduğu oklavayla, bezle yapılmış şeyler vardı. Bunu, bireylerin, vatandaşların meydana çıkması olarak görüyorum. Çok kişisel olanın meydana çıkması olduğu gibi, siyaset de bu hareketin arkasında durdu, önünde değil. Bunu bir kortej olarak düşünürsek, resim olarak bütün siyasiler orada olmasına rağmen vatandaşın arkasında durdular. Sembolik olarak ona sahip çıktı diye bakmamız lazım. François Hollande bunun farkındaydı. Onun için “Biz kimseyi davet etmedik, hepimiz orada buluştuk” dedi.

        ‘SİVİL AİLECE BİR DİRENİŞ VARDI’

        O zaman sözünü ettiğimiz yürüyüşle birlikte saldırıya çok önemli bir sivil cevap verilmiş oldu.

        Evet. Çok önemli bir sivil cevaptı. Bu işin etnografisi, anatomisi, sosyolojisi çok önemli. O kalabalıkta olmak çok tehlikeliydi. Ezilme tehlikesi yaşayanlar vardı ve Fransızların çoğu bebekleri ile gelmişti. Ben bu kadar çok bebek arabasını Paris’te bir arada görmedim. Gerçekten çoluk çocuk gelmişlerdi. Bu bir defa çok önemli. Bu “Yarınlarımızı size vermeyeceğiz” mesajıydı. Ayrıca, korkuya karşı sivil, ailece bir direniş vardı. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Müslümanlar da orada birey olarak vardı. Onun için görülmeleri daha zor olmuş olabilir, çünkü kimin Müslüman olup olmadığını bilemiyorsunuz. Bence Müslümanların sesini en belirgin kılan hareket “Benim Adıma Olamaz” (“Not in My Name”) hareketiydi. Kimi imamların bile “Bu benim adıma yapılamaz”, “Ben de Charlie Hebdo’yum” diyen pankartlar taşıdığını gördüm. Teröristler saldırıları Peygamber’i ve kutsal olan değerleri korumak adına yaptıklarını söylüyorlar. O zaman Müslümanların bu iddiaya ne dedikleri önem kazanıyor. Kendilerini bu kişilere yakın hissediyorlar mı? Yoksa burada yaşadıkları topluma mı ait hissediyorlar? Burada bir seçim ile karşı karşıya kaldılar. Bundan önce farklı tartışabilirdik. Karikatürler ile Müslümanların yaralandığını, kırıldığını söyleyebilirdik... Müslümanların Hz. Muhammed ile kurdukları ilişki hâlâ yaşayan bir ilişki. O karikatürler Müslümanların dini yaşayış biçimine duyarlılık göstermiyordu. Biraz da kendi Hıristiyan geleneğinden, kiliseye ve bütün tabulara karşı olmanın getirdiği bir heyecanla yapılmışlardı ama aynı zamanda bir sağırlık da söz konusuydu... Ötekinin kültürünü yeterince dikkate almadan, bir ifade özgürlüğünün paravan haline getirilmesi durumunu yaşamıştık bundan önce. Ben buna karşıydım ama bugün gelinen noktada Müslümanlar farklı bir cevap vermek durumunda. Bu hareketler olmamış gibi karikatürlere geri dönemeyiz.

        ‘Avrupa’nın Müslüman ülkelere ihtiyacı var’

        Başbakan Davutoğlu Paris’e geldiğinde ısrarla Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesinin bu olaylara karşı mücadeleyi kolaylaştıracağını söyledi. Bu bir süredir pek dillendirilmeyen bir argümandı. Hâlâ geçerli mi?

        Bence değil, çünkü o randevuyu kaçırdık. Aynı nehirden bir defa daha geçilmiyor. O randevu kaçırıldı ama bu demek değil ki o yoldan devam etmeyelim. O randevu kaçırıldıktan sonra doğrusu Türkiye ayrı bir yola girdi. Batı karşıtlığı söylemleri çok ağır basmaya başladı. Şu dönemde Türkiye, Avrupa, Ortadoğu ve özellikle Arap Baharı sırasındaki aracı rolünden uzaklaştı. Onun için bu söylem Avrupa için bence geçerli değil. Avrupa ilk defa kendi Müslümanlarına sahip çıkacak. Burada yaşayan Müslümanlar kendilerini Berlin’e, Paris’e aidiyet duygusuyla ifade etmek zorunda olduklarını biliyorlar. Çünkü burada yaşıyorlar, okuyorlar, camiye gidiyorlar. Türkiye buna ne diyebilir ki? Tabii ki, Avrupa’nın İslam ile karşılaşmasını bir çatışmadan yeniden temellendirdiği bir diyaloğa, anlaşmaya, öğrenmeye çevirebilmesi için diğer Müslüman ülkelere de ihtiyacı var. Diğer Müslüman ülkeler buna kayıtsız kalamazlar. Başta Türkiye geliyor. Türkiye’nin bütün Avrupa’da göçmen vatandaşı çok fazla. Ayrıca, AB’ye aday bir ülke.

        ‘TEOLOJİK TARTIŞMA ÇIKACAK’

        Bu saldırıların yabancı düşmanlığını, İslam düşmanlığını artıracağı hesabı yapılıyor. Ama siz başından itibaren tam tersi olarak Müslümanların entegrasyonunu güçlendirme potansiyeli olduğunu söylüyorsunuz.

        Aynen öyle düşünüyorum. İslamofobi dediğimiz şey şu ana kadar çok güçlendi. 10 yıldır bunu görüyoruz. Şu anda yazılması gereken İslamofobi değil Batı nefreti. Hâlâ İslamofobinin arkasına sığınamayız. Böyle çok büyük olaylar karşısında insanlar kendi sorumluluklarını üstlenmemek için bu gibi kavramların arkasına sığınıyor. Burada Türkiye’nin çok büyük bir sorumluluğu olacak. Türkiye’nin rolü bitmedi ama argüman aynı değil artık. Türkiye’nin adaylığını hızlandırmak değil. Türkiye Avrupa ile olan randevusunu kaçırdı. Bu tartışmaları da iyi yapmadığını düşünüyorum. Avrupa Birliği derken hep Berlin Duvarı’na baktı ama Avrupa’nın içindeki Müslümanlarına, göçmenlerine, tarihine bakmakta zorluk çekti. Bunu görüyoruz. Bu iki taraflı bir şey. Müslümanlar da aidiyetlerini yeterince ifade edemediler. İkircikli kaldılar. Bu tür hareketler olduğunda Müslümanların hemen söylediği şey “İslam’da terörizm yoktur!” Bizler de bu konularda yazdığımızda Türkiye’deki İslami yazarlardan, çizerlerden hakaret gördük. Sanki İslam ve terörü bir araya getiren hep sömürgeci aydınlardır. Olayın kendisine bakın, biz önemli değiliz. Bunu siz nasıl karşılıyorsunuz? Terör mü, değil mi? Peygamber adına yapıyor mu, yapmıyor mu? Ne adına yaptığı önemli. Bunu tamamen soyutlayamazsın. Bir şekilde buna cevap vermelisin. Çok önemli teolojik bir tartışma çıkacak. Bundan kaçınamayız. Her türlü açıdan bir dönüm noktasıdır. Sadece terörün telin edilmesi ile olacak bir şey değil. Bütün devletler teröre karşıdır, biz de karşıyız. Ama burada yaşayan Müslümanların bir şekilde karşı karşıya kaldıkları nokta; Charlie Hebdo’nun önüne giden, eline alan buradaki Müslümanlar, imamlar dinden mi çıkıyor? Bu küfre iştirak mı ediyor yoksa artık bu ortak bir alan üzerinden yeniden tartışmaya mı başlıyor? Ölüm fetvalarının, şeriat anlayışının bu şekilde sorgulanması gerek.

        Charlie Hebdo’nun birkaç saatte üç milyonluk satış rakamına ulaşmasını 11 Ocak’ın devamı olarak mı görmek lazım?

        Charlie Hebdo marjinalleşmiş bir dergiydi. Çünkü 68 hareketinin ruhunu, neslini taşıyordu. O dergide çok yaratıcı kalemler, özgür beyinler vardı. Baktığın vakit, ırkçılığı paylaşmayan insanlar vardı o dergide. Fakat bu hareketten sonra dünyanın gündemine oturdular. Neredeyse tüm dünyayı, çok insanı birleştiren bir hareket oldu Charlie. Herkes onları andı ama onlar açısından anmak sadece ahmakların işiydi. Onlar zaten marjinalliği kendilerine yapıştırmış insanlardı. Ama ne oldu? “Ben Charlie Hebdo’nun bastığı karikatürlere, benimsediği siyasi çizgiye, cinsel politikalarına katılıyorum veya katılmıyorum ama buna karşıyım” diyenlerin sayısı çok yüksek. Herkes olmayacaktır ama birdenbire Charlie Hebdo’nun adını bile duymamış, telaffuz bile edemeyen birçok insan... Le Monde’un dediği gibi Paris dünyanın merkezi oldu. Charlie Hebdo kozmopolit bir siyasetin merkezine oturdu.

        Diğer Yazılar