Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        28 Şubat 1997’deki meşhur Milli Güvenlik Kurulu toplantısından tam 3 yıl önce, yine bir 28 Şubat günü İstanbul Taksim Meydanı’nda “Atatürk’e Saygı” mitingi yapıldı. Refah Partisi İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı, Atatürk aleyhine bir soru önergesi verip bazı DEP milletvekillerinin de desteğini alınca, dönemin Başbakan’ı, Doğru Yol Partisi Lideri Tansu Çiller hemen bir miting çağrısı yaptı. Koalisyon ortağı SHP’nin genel başkanı Murat Karayalçın ile MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in de katılıp konuşma yaptıkları mitingi izlemiştim. Aslında miting bile denemezdi. Tam bir fiyaskoydu. Bir pazartesi günü okullardan taşınmış lise öğrencileriyle meydanın dörtte biri doldurulamamıştı. Nitekim 1saat bile dolmadan, miting neredeyse başladığı gibi bitti.

        Halbuki Çiller, Türkiye Cumhuriyeti’nin üç “kırmızı çizgisi”nin (Atatürk, laiklik ve üniter devlet) birden aşılmak istendiği alarmını vererek partisi ve hükümetinin kitle desteğini artırmak istemişti. Mezarcı’nın partisinden bağımsız attığı bir adımı suiistimal edip hem “irtica” hem de “bölücülük”e karşı kendisini kahramanlaştırmak isteyen Çiller’in geldiği nokta ortada. Buna karşılık o gün onun hedefinde olan RP geleneğinden türeyen AKP, 13 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor; DEP’in takipçisi HDP de “altın çağı”nı yaşıyor: Bir yandan AKP ile birlikte çözüm sürecini yürütürken diğer yandan ilk kez genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşmaya çok yakın bir yerde bulunuyor.

        ‘KUZEY IRAK’TAN ‘KUZEY SURİYE’YE

        Türkiye’de “kırmızı çizgi” denilince akla Irak Kürtleri de gelirdi. Onların ABD himayesinde Irak Kürdistanı’nda kendi kendilerini yönetme ihtimali bir zamanlar “savaş nedeni” bile sayılırdı. Gelinen noktada Kürtler bağımsız bir devlete ne kadar yakınlaştılarsa Ankara ile araları da o kadar kapandı. Çok güçlü ekonomik ilişkilere sahip olan Ankara ile Erbil’in, PKK’nın bölgesel nüfuzunu genişletmesini engellemek için de birçok kez birlikte hareket ettiklerini biliyoruz. Örneğin Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) Başkanı Mesud Barzani’nin 2013 Kasım ayında Şivan Perwer ile birlikte Diyarbakır’a gelip dönemin AKP Lideri Erdoğan’a destek vermiş olduğu hafızalarda taze. Erdoğan o buluşmada Irak Kürtlerinin yaşadığı bölgeyi “Kürdistan” olarak adlandırmış ve yılların “Kuzey Irak” veya “Irak’ın kuzeyi” saçmalığına son vermişti.

        Ya da öyle sanmıştık. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye Kürtlerinin ağırlıkla yaşadığı Rojava bölgesi söz konusu olduğunda “Kuzey Irak”tan mülhem “Kuzey Suriye” adlandırmasını benimsiyor. Üstelik PYD öncülüğünde bu bölgede üç ayrı kanton üzerinden “demokratik özerklik” uygulanmasını asla kabul edemeyeceklerinin altını çiziyor.

        KOBANİ’Yİ KİM İNŞA EDECEK?

        Herkesin “Düştü düşüyor” dediği Kobani’de (IŞ)İD’i dize getirip tüm dünyanın takdirini kazanmış olan Suriye Kürtlerinin statü arayışlarını, Türkiye’nin kırmızı çizgileri arasına hapsetmek mümkün müdür?

        Ankara dün Kobani’ye askeri yardım koridoru açılmasını bir koz olarak kullanmak istemiş, pek de başarılı olamamıştı. Bugünse, daha ilk günden kentin yeniden inşası ve göç edenlerin geri dönmesi meselelerini hatırlatıyor. Her iki konuda da Türkiye’nin belirleyici bir rolü olacağı bir gerçek ama özünde insani olan bu sorunları basit stratejik ve taktik hesaplar üzerinden ele almaya çalışmak tam tersi sonuçlar doğurabilir.

        Eğer söz konusu insanlar Türkiye’den kopuk olsa, mesela Suriye’dekinden kat kat fazla sayıda Kürt Türkiye’de yaşıyor olmasa Ankara’nın Rojava’yı kırmızı çizgiler içine hapsetme girişiminin belki bir şansı olurdu. Ancak 6-7 Ekim olaylarında gördüğümüz gibi Kobani ile mesela bir Diyarbakır, Şırnak, Batman, hatta Adana, İstanbul arasında herhangi bir mesafe yok.

        Yazıyı, 6 Ekim’de Kobani’nin düşmesinin beklendiği günlerdeki bir cümlemle bitirmek istiyorum: Kürtlerin kalbini Suriye’de kırıp Türkiye’de kazanamazsınız.

        Diğer Yazılar