Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Boris Vian’ın fazlasıyla sembolik dili deşifresiyle birlikte sunulduğundan bilinçaltı haritalarında seyircide vurması hedeflenen sezgi ve duygulara tam isabet ediyor. Öyle ki anlat desen çok net anlatılamayacak olay örgüsü, sebep ve sonuç ilişkileri ilginç ve farklı tatlar yaratarak seyir anını güçlendiriyor, metni sonuna kadar zinde tutuyor. Çünkü üstü örtülenin, saklananın ve baskılananın ne olduğu ve ne olmadığı adeta altyazı haline dönüşen sahneleme sayesinde paralel ilerliyor. Toparlayıp anlatılması zor olan metin direkt, kısa ve çok net tekrar eden sahnelerle (söz ve aksiyon tezatlığıyla) katmanlar kazandırılarak seyirciye hissettiriliyor. Sahneleme açısından zorlu metnin ülkemizde tam karşılığı olmayan burjuva sınıfını konu ediniyor olması deşifreye zorlayan bol tekrarları anlamlı ve gerekli kılıyor. Kaldı ki zaten metnin kendisi de tekrar eden inkarlar ve itiraflar ekseninde büyüyor.

        Sözel olarak inandırılmaya çalışılan yalan ve gerçek inşası oyun anında sökülüp takılan sahne dekoruyla çelişkili ve diyalektik kod açılımını aynı anda sunuyor. Belli etmeden her şeyi bağırmak isteyen Boris Vian aurasını somutlaştıran yapısöküm tekniği ile riskli yönetiminin altından kalkıp dimdik ve iğreti eden bir başarı kazanıyor oyun. Akıl, ruh ve dış gerçeklik arasında köprüler kurup yıkarak şeffaf bir dil, ironik bir mekan ve pragmatik ötekilerle karakterler gerçeğin yalancısı oluveriyorlar. İnkar ettikleri koşullar ve iknaya uğraştıkları aristokrat alışkanlıklar kaldırılıp indirilen plastik masa ve sandalyelerle traji komik okumalar sağlıyor. Böylece sembolik dil ve bu dilin nasıl okunulması istendiği dile getirilmeden gösterilerek çok katmanlı ara metinler yaratıyor ve bolca göndermeyle zenginleşiyor.

        Kendilerini evlerine kafesleyen bireylerin inatla unutan ve içinde yaşanılan gerçekliği inkar ederek var olmaya çalışan hiçlikleri açık bir illüzyonla günümüz realitesine acıklı teşhisler koyuyor. Sahneleme tekniği ve atmosferini oluşturan görsel araçlar ve oyuncuların beden, jest, mimik ve sözel dili iki ayrı kanaldan oyunun ana temasını bozarak, tekrar inşa ederek ve çürüterek güçlendiriyorlar. Sımsıkı tutunmaya ve sığmaya çalıştıkları evin sınırları ve zorlayan koşulları bir yandan sözel olarak açıkça göstererek unutmaya çalıştıkları realiteyi ve illüzyonun gücünü sağlamlaştırıyorken diğer yandan gücün aslında güvenilemeyecek bir dayanak olduğunu ilan ediyor. Yani hiçbir güce güvenilemeyeceği ve yalnızlığın ise başlı başına bir hastalık değil sonuç olduğuna varılıp o noktada sabitleniliyor. Özetle altı çizili bir illüzyon yaratarak, ilan ederek ve göze sokmakla kalmayıp gözünü çıkartarak gerçeklik ve sahtelik aynı potada yalanlanmış oluyor. Ve yazıya döküldüğünde karmaşık duran çok katmanlı bu yapı izlerken çok daha anlaşılır ve hissedilir bir akışla seyirciye sadece iletilmiyor, dokunuyor/dokunduruyor.

        Kibirli, gururlu, korku dolu, izole ve kendi gerçeğini inkar ederek ayakta durmaya çalışan burjuva bir ailenin öyküsü, anti militarizm ve yalnızlık temalarıyla evrenselleşiyor. Metnin yükseldiği ve düğümlerin çözülmeye yaklaştığı anlarda yalnızlık ve militarizm gibi evrensel hastalıklar merkeze konuluyor.

        Karakterlerin sebebi belirsiz bir korkuyla sürekli alt katlardan bir üstüne ve hep daha küçüğüne kaçan sözde mutlu bir aile, hizmetçileri ve aralarında varlığı şüpheli bir günah keçisinden oluşması burjuva sınıfının yapısı, alışkanlıkları ve kaybetme korkusunun microkosmosu olarak değerlendirilebilir. Ellerindekiyle, arzu ettikleri standartlar arasındaki uçurum büyüdükçe duygusal eksiklikleri çoğalan ve korkuları tetiklenen bireyler çağın vebalarından yalnızlığa ve militarizme hem sığınır hem de kurtulmak isterler. Ne var ki kişinin toplumsal bir varlık olarak korunmak için izole olduğu sürece almak istediklerinden uzaklaşarak azalması ve haliyle özne olarak azaldıkça büyüyen yalnızlığı keskin ve acı dolu bir portre yaratır. Freudian açıyla bakılırsa, nesne ve özne kaybının çoğalttığı anksiyete pratikte yalnızlık korkusu şeklinde vücut buluyor oyunda. Burjuvazinin sıkı sıkıya köklendiği nesne düşkünlüğü bireyi özne olmaktan çıkarıp hastalıklı varlıklara/yokluklara ve ne yazık ki en korktuğu yere ve şeye dönüştürerek hiçleştirir. Derrida’nın yapısökümcü/yapıbozumcu yaklaşımıyla sorunlu yapılarımızı göstermekle kalmayıp inşasının altındaki korkular, dürtüler ve öğretilere çomak sokan İmparatorluk Kuranlar, hiyerarşiyi oluşturan değerleri de ters yüz etmekte ve dolayısıyla göndermeleri geniş ve nefis bir oyun çıkarmaktadır.

        Reha Özcan, Ayşe Lebriz Berkem, Selin Tekman, Tuba Karabey, Nihat Alptekin ve Selin İşcan dengeli, birbirinin önüne çıkmayan ve hiç sırıtmayan bir doğallıkla en sembolik olanı en doğal şekilde oynuyorlar. Yönetmen Aleksandar Popovski‘nin rejisi yüksek performans, kondisyon ve konsantrasyon gerektiren riskli bir iş, ancak oyuncular rejinin zorluklarından ayrıca tempolu bir heyecan üreterek seyirciyi mest ediyorlar.

        Diğer Yazılar