Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tiyatronun özgürlükçü, inatçı, üretken yaratıcı yazar, yönetmen ve oyuncusu Nedim Saban yalın, açık ve güler yüzlü bir savaşçı! Tiyatro seyircisi kadar televizyon seyircisini de ekranlarda yaptığı ilk telefon bağlantılı canlı yayınlarla fethetmişti. Tiyatro seyircisi takipçisi olsa da yeteri kadar hayatımızda olmadığını düşündüğüm çok değerli bir aydın Nedim Saban. Bazı cevapları gülümsetti ama çoğunlukla boğazıma bir düğüm atıp derin konuları nefis somutlaştırdığı için şaşırttı, üzdü, düşündürdü. Kendisine kendisini sorduk, yetmedi ‘oyunculuk, beden ve performans’ gibi magazin içermeyen mevzulara daldık. O kadar harika bir söyleşi oldu ki, bana bayram hediyesi gibi geldi. Söyleşiden ara cümleler seçip nefes kesen ara başlıklar atabilirdim ama kıyamadım! Buyurunuz…

        Bazı meslektaşlarım senaryolar arasından seçme yapıyorum diye tweet atıyorlar ya, çok gülüyorum. Açıkçası bana şu anda herhangi bir teklif yok. Eskiden gelen teklifleri elerdim, biraz senaryoya bakardım, şimdi böyle bir şey bile yapmıyorum. Nasılsa doğal seleksiyon ve şans, kader, kısmet projeleri eliyor… Dizi film, film tekliflerinde senaryoyu okumadan bile evet diyorum artık. Zaten evet dediğim tüm işler olacak olsa, haftada 14 gün dizi çekiyor olmam lazım… Anladığım kadarıyla yapımcılar tam olarak bir yere oturtamıyor beni. Kendi tiyatrosu var, çok para ister, vakti yoktur diye düşünüyor da olabilirler. Tiyatroda yoğunum, vaktim yok, o doğru. Muhasebe, fotokopi, ofis boyluk, form doldurma işlerinin hepsi bende… Geçen gün aradılar provaya çaycı gelemiyormuş, ben çayı yapar, arkadaşlara veririm dedim. Kısacası perdenin açılması için her işi yaparım, gocunmam… Pahalı oyuncu değilim, bugüne kadar tiyatrodan kazandığım parayı yıllara böldüğüm zaman, aşağı yukarı konuşmalı figüran kadar kazanmışım. Zaten bu yüzden tiyatronun yanında hep başka işler de yaptım. Herhalde bu fiyatlara çalışırım yine. Öte yandan, 24 saati sette geçirmeye değer mi, ben olmasam başkası olsa proje aynı şekilde yürür mü gibi konuları da değerlendirmek lazım. Çok heyecanlandıran bir teklif gelmiyor. Bu arada ben program formatları yarattım, Dr. Stres zamanında olduğu gibi heyecan yaratan ama tabi, o dönem kadar deli cesareti olmayan işler. Genelde sunduğum kanallar beğendi, ama ya paraları olmadığını söylediler ya da benim yerime evlilik programı yaptırdılar. Şu dönem pek göz önünde olmamak her açıdan daha iyi belki de.

        Ben bu konuya o kadar katı bakmıyorum. Kaldı ki, bu işler arasında da iyi olanlar kalıyor, kötüler ekrandan silinip gidiyorlar, çok usta oyuncular yetişiyor. Bazı televizyon seyircileri Güldür Güldür gibi oyunlar bekliyorlar ya da tiyatronun öyle bir şey olduğunu sanıyorlar belki ama zaten bu tip seyircinin tiyatroya pek geldiği söylenemez. Öte yandan, kötü bir dizi filmin prodüksiyonu bile bazen tiyatroda çıtamızı yükseltmemiz için bir itici güç verebiliyor. Daha iyi dekorlar, daha düzgün müzikler, iyi oyuncular, iyi metinlerin peşine düşüyoruz. Tiyatro iki kalas bir heves diyerek, derme çatma dekorların önünde kendi kendimizi tatmin etme devri bitti artık. Ancak tiyatro, televizyonla rekabet halinde olmamalı. Olursa kaybeder. İnsanlar televizyonu kendi yemek aralarında, konuşma ve tuvalet ihtiyaçlarına göre ayarlayabilir, tiyatroda böyle bir lüks yok. Perde bir saatte açılır, kapanır. Seyirciden de sadece oturarak izlemesi istenir. Televizyonla yarışma derdinde olan oyunlar tutmuyor, sadece TV starlarına endeksli işlere de biraz seyirci geliyor belki ama o merak çok çabuk bitiyor, oyunlar kısa sürede bitiveriyor.

        Gösteri çağının yüksek performanslı çığırtkanlığı sırasında tiyatro mümkün müdür? (Herkes oynuyor ve 24 saat süren sıradan insan şovları arasında nasıl bir tiyatro yani?)

        Oyuncu ‘bedeninin’ sunduğu olanakların içine sıkışmış mıdır? Yoksa kendinden çıkar mı oyuncu kişisi? (Ayy oyuncu ruh mudur, in midir, cin midir? Günah mıdır yoksa?)

        Oyuncu bedenin sunduğu olanakları kullanabiliyorsa ne mutlu! Şu anda hepimiz kapalı bedenlere hapsolup yaşıyoruz. Asansörde düğmelere, metroda duraklara, restoranlarda telefon mesajlarına kilitlenen gözler, varoluşuyla rahatsız etmeyen bedenlere hapsolmuş durumdayız. Doğduğumuz bedeni kullanabildiğimiz anda dünyanın en iyi oyuncusuyuz zaten. Belki de bu yüzden masum bir çocukluk özlemidir oyunculuk.

        Oyuncunun vitrini bedeni midir? Bedeniniz siz misiniz? Siz performansınız mısınız? (Yok vallahi deli değilim, bu soru bana normal geliyor!)

        Vitrin sözcüğünü tamamen ret ediyorum. Oyuncunun vitrini menajeridir, sosyal medya hesaplarıdır belki ama beden vitrin olmaz, olmamalıdır. Öte yandan, biz sadece kendi bedenimiz değiliz, toplumun belleğini de taşırız bedenlerimizde. Bizde ilk insanın izleri de var, şiddet görmüş bir kadının da, okulda pıstırılmış bir öğrencinin de. Daha da acısı, insanlık çocuk bedeni olarak sahile vurmuşsa, biz artık bedenimizi hiçbir şey olmamış gibi kullanamayız. O ölü çocuğun bedenini de taşırız bedenimizde. Bu yüzden acı bir serüvendir oyunculuk.

        Amerika’da da çalışmış, yazdıkları sahnelenmiş bir sanatçı olarak ‘gelmez olaydım’ diyor musunuz? Kişisel olarak bulunduğunuz noktadan memnun musunuz? (Sonuçta sizin oyunlar hep kapalı gişe oynuyor, gemisini kurtaran kaptan mısınız?)

        Keşke orada kalsaydım dediğim zamanlar var tabii… Ama kalsam ne olacağını ön görmem çok zor. Gördüğüm bir şey var ama… 24 yıl önce döndüğüm bu ülkede mesleğim daha saygındı. Emeğimin karşılığını manevi olarak da, maddi olarak da daha rahat alıyordum. Emeğime daha çok saygı gösteriliyordu. Tiyatrom haftanın 4 günü kesintisiz perde açabiliyor, ülkemin her köşesine turne yapabiliyordu. Şimdi koşullar, hedefler, algılar, beklentiler çok değişti. Beni izleyen bir seyirciye bir cep telefonunun verdiği tadı veremiyorsam, bende mi bir yanlış var diye düşünürüm. Yeterince geliştirmedim mi kendimi diye sorgularım. Sanırım sorun bende değil, tiyatro sanatıyla benim arama girenlerde. Hükümetler, belediyeler, tüketim hırsları, teknoloji çılgınlıkları, trafik, savaş durumu, hiperenflasyon, algı ve dikkat dağınıklığı, kavram kargaşası her şey, her şey etkin.

        Babaannenizin ‘intihar ederim’ tehdidine rağmen sokak tiyatrosu yapmış bir tiyatro aşığı olarak aşkınız ne durumda? (Ah işte yine buldum koskoca Nedim Saban’ın ağzından baklayı çıkartmanın yolunu!) Tiyatro sizi aldattı mı mesela? (Hastasıyım şu kaba ironilerimin!)

        Babaannem tiyatro yapmama değil, sokakta tiyatro yapmama karşı çıkmıştı. O burjuva kadın torununun Comedie Francaise’de, National Theatre’da ya da bizde yıkılan Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda oynamasını, alkışlanmasını istiyordu. Kendisini yanlış ifade etmiş olabilir ama mesleğimi onurlu biçimde yapmamı istiyordu. Bense sokağın ve sokakta tiyatronun cazibesine kapılmıştım ve tiyatroya gidemeyen binlerce çocuğu tiyatroyla buluşturmanın onurunu yaşıyordum. Ruhu rahattır mutlaka. Sanat yaşamımı mümkün olduğunca onurlu biçimde sürdürmeye çalıştım bu güne değin.

        Sizin başarılı oyunculuk, performans kriterleriniz nelerdir? (Yani sonuçta Esra Erol’a katılan herkes kriterlerini anlatıyor. Ben de söyleşimiz kritersiz olmasın dedim…)

        Başarılı oyuncu taklit etmez ve tabii taklit edilemez. Yani onu taklit edenler komik duruma düşerler. Başarılı oyuncu, bir şeyi körü körüne tekrarlayan değil, her oynadığı rolde yeni bir şey yaratan kişidir. Özgün bir yaklaşımı vardır, ancak ilginç olmak için değişik olmaz, değişik olduğu için ilginçtir.

        Ölmeden mutlaka yapılması gereken’ler listeniz de nasıl oyunlar, yani mutlaka, illa ki, kesin yapmak istediğiniz neler var? (Kapadokya’ya gitmek istiyorum deeermiş…)

        Tiyatro bölümünde yüksek lisansımı bitirdim, aydınlık düşüncelerine taptığım bir hocamla okul kütüphanesine gitmiştik; “bu kitapların on binde birini bile okuyamadan öleceğiz” dediğimde, “o zaman sen de bu rafa bir kitap koy” diye yanıtladı. Ölmeden önce o rafa bir kitap koyacağım. Bir de araba kullanmaktan çok korkuyorum. Ölmeden önce araba kullanmayı öğrenip, kendimi hiç bilmediğim ülkede yolculuklara çıkartacağım. Belki araba kullanırken ölürüm ama ölmeden önce araba kullanmış olurum.

        Levent Üzümcü’yeJohn Malkovich bile destek oldu. Tiyatrocular arasında gerçekten dayanışma var mı?

        Bence Levent Üzümcü yalnız bırakıldı. Ona kurumu sahip çıkmadı. Basın toplantısı yapmakla olmaz bu iş, kurumun yöneticileri bu utancı taşımamalı, istifa etmeliydiler. John Malkovich’in dayanışması çok güzel, ama onun yerine sözgelimi Levent’in oynadığı oyunun yönetmeni rejisini geri çekse, oyuncular o olmadan sahneye çıkmayı ret etseler, PEN Kulübü, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü aracılığıyla bir boykot başlatılsa, yazarlar, çevirmenler, besteciler tiyatrodan eserlerini çekseler çok farklı olurdu. Ötekileştirmenin, sanatçıyı cezalandırmanın, korkutmanın olduğu bir dünyada perde açılınca anlatacak söz kalmış mıdır hakikaten! O tiyatroda bu saatten sonra en müthiş eser oynansa ne olur oynanmasa ne olur! Biz sanatçılar bedenlerimizde nasıl sahile vurmuş bir ölü bebeği taşıyorsak, sahip çıkamadığımız aydınlarımızı da aynı utançla taşıyoruz. Bu arada nice nice Levent’ler var. İşten atılan, susturulan, ya da sustuğu için işten atılmayanlar da çok var. Bir insanı susmadığı için işten atmak ne derece ayıpsa, sustuğu için işe almak da o kadar ayıp.

        Tıpta virüsü başka bir virüsle bitirmeye çalışmak bilinen bir yöntem. (Şu soruya girişteki bilimsel referansın güzelliği için bir dakika saygı duruşu lütfen!) Yıkılan Emek yerine açılacak yepyeni, gıcır gıcır Emek Sineması kültür kimliğimize neler kazandırıp kaybettiriyor? (Emek elbette sembol, her şeyi tek tek yazamam ki! Sonuçta şehre, tarihe ve mekanların hafızasına çok duyarlı olduğunuzu biliyorum da soruyorum.)

        Biz bu filmi çok gördük. Muhsin Ertuğrul tiyatrosu yıkıldı, yerine yapılan binanın daha güzel olduğu iddia edildi. Neye göre, kime göre güzel! Sanat binaları güzel değil, kişilikli olmalı. Karakol olarak kullanılan bir operadan söz ediyoruz. Yandaki pastane operanın bahçesine taşıyor. Yok böyle bir dünya! Anlatamıyorsunuz ama derdinizi. İnci yıkıldığı zaman, ‘Beyaz Türkler profiterol yemese ne olur’ denebiliyor. Mesele İnci’nin yerine gelen ve belki de profiterolü daha güzel üreten (ama seri biçimde, ama milyonlarca, ama sevgi katmadan) bir kültürün gelmesi. Bütün bir kenti otele, alış veriş merkezine çevirirseniz, bütün otelleri de kente çevirmek zorunda kalırsınız. Şekilde görüldüğü gibi. Fark etmiyor musunuz alışveriş merkezi yok artık, yaşam merkezi diyorlar. Zevklerimiz diyaliz makinesine bağlı, soluk almamız bile başkalarının elinde. Umarım fişi çekmezler. Emek özeline bakarsak, orada bir dayanışma var en azından. Bağıranlar haklıymış diyerek, projeden çekilen bir emlak şirketi var. Emek bir anlamda kaybedilirken kazanıldı. Nice emekler gitti bu arada… Ha ölmeden önce yapmak isteyeceğim şeyi sormuştunuz değil mi? Kapadokya’ya gitmek öncelikli değil benim için, ama ölmeden önce yeni emek sinemasında film seyretmemek (!) istiyorum. Ya buna mecbur edilirsem? Allah bana o günleri göstermez inşallah!

        Sizi gerçekten çok seviyor ve oyun, dizi, sinema ve ‘talk show’larda kısacası çok daha fazla görmek istiyoruz. Hayatımızda yeriniz, değeriniz, anlamınız büyük! E yani daha çok Nedim Saban lütfen! Sonsuz teşekkürler, sevgiler, saygılar ve daha bir sürü güzel şeyler…

        Diğer Yazılar