Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kösem Sultan’da Aziz Mahmud Hüdai olarak karşımıza çıkacak ve “Ah Smyrna’m Güzel İzmir’im’’ ile tiyatro sahnesinde büyülemeye devam edecek Muhammet Uzuner. Yaptığı işi ve kendini yüce tiyatro mitleri veya kutsal oyunculuk efsaneleriyle arasına mesafe koyarak değerlendiren çok titiz, üretken ve değerli bir sanatçı! Sayesinde sözü oyunculuğun pırıltılı ve sarhoş eden sanat görselliğinden arındıran ve işin özüne getiren unutulmaz bir söyleşi yaptık. Tekrar tekrar okunacak arşivlik değerlendirmeleri ve varlığı için ne kadar teşekkür etsek yetmez…

        - Sinema, dizi ve tiyatro oyunculuğunuzdaki neredeyse tüm işler kalıcı oldu. Siz en çok hangisinde, kimde kaldınız ve kim içinizde kaldı?

        Belli çizgideki yapımlarda görev almaya çalışıyorum. Üstleneceğim rolün büyüklüğü ya da küçüklüğünü önemsemeden, bütünün de beni tatmin edeceği projeler benim için daha önemli oluyor ve o bütünün bir parçası olmak beni mutlu ediyor.Aslına bakılırsa her rol, her karakter yaşanmış anılar gibi bir iz bırakıp geçiyor. Onlar bizim arkadaşlarımız. Kimisiyle daha koyu bir muhabbete girmişiz kimisiyle daha az bir ilişkimiz olmuş. Oyunculuk biraz da biriktirme işi. Hepsinden bir şeyler kalıyor. Bir Zamanlar Anadolu’daki Doktor Cemal ve Öyle Bir Geçer Zaman ki’deki Kırtasiyeci Arif’ten ayrı bir keyif aldığımı söyleyebilirim.

        - Oyuncunun metni genişletmesi ve kendine göre esnetmesi hak mıdır, Allah’tan reva mıdır? Yazara saygı hiç mi kalmadı?

        Madalyonun iki yüzü var; bazen yazarın lafı ağıza oturmaz bazen de oyuncu lafı kendine göre evirip çevirmek ister. Metinle oynamak yapılan işin nasıl dizayn edildiğiyle ilgili bir şey. Doğaçlamaya açık bir yapı, bu dediğinize engel olmaz tabii ki. Özellikle komedilerde bu öne çıkıyor. Ama yine de asıl olan sahnede kurulan yaşantıdır. Bu yaşantıyı gerçek kılmak için metne de müdahale edilebilir.

        - Oyuncu kendini alıntılar mı, bu tekrara düşmek midir? Kendini, kendinden araklarken yakalamak mümkün müdür?

        Biz seyirci olarak projenin sonlandırılmış halini seyrediyoruz. Oyuncu da projenin en önemli unsuru olarak görünüyor. Hikayeyi, olayları onun dilinden anlıyoruz genellikle. Her oyuncu her projede farklı bir hikayeyi çok farklı bir biçimde anlatmak ister. Fakat sektörel refleks dediğimiz bir şey devreye giriyor burada maalesef. Sektör herhangi bir role yakışmış ya da onu iyi oynayan bir oyuncuyu o şekilde muhafaza etmek yönünde davranıyor. İşini riske etmek istemiyor çünkü. Bu özellikle TV sektöründe çok açıkça yaşanıyor. Böyle olunca oyuncu da kendini tekrara düşmekten alıkoyamıyor. Bu çok can sıkıcı! Hiçbir oyuncu böyle olsun istemez. Demek istediğim oyuncuyu değerlendirirken sektörün tüm departmanlarıyla beraber değerlendirmek lazım. Oyuncu bir bütünün parçasıdır.

        - Gelişen şartlar altında tiyatro oyuncusunun gestusu bulması, içselleştirmesi ve malzemesini metnin amacına uygun değerlendirmesi mümkün müdür? Daha açık sorayım; korka korka tam oynamak mümkün mü?

        Korka korka oynamak hiç bir şekilde mümkün değil elbette. Oyuncunun neyi ne kadar göze aldığıyla ilgili bir şey. Göze alan oyuncu gestusu bulur da, içselleştirir de...

        - İzleyicinin karakterle özdeşleşmesi hedeflenirken oyuncu tam olarak özdeşleşmeden kaçınmalıdır ya da kaçınmamalı mıdır? (Ya da ben kaçırdım galiba, kaçıyım mı? Yani canlandırdığı karakteri o denli sahiplenirse kendisini kaybeder mi diye şey ettiydim, çok pardon vallahi!)

        Sorunun içinde cevabı da gizli bence. Oyuncu izleyiciyi sürüklemek için elinden geleni yapar. Bu ne demektir? Olabildiğim kadar gerçek olayım ki seyirci etki altına girsin ve hikayenin sürüklediği yere gitsin. Fakat gerçek olabilmek bir bilinç gerektirir. Küçükken evcilik veya kovboyculuk oynarken ne kadar özdeşleşiyorsak, rolümüzle de en fazla o kadar özdeşleşmeliyiz. Diğeri klinik bir konu olarak ele alınmalı bence. Kim olursa olsun. Oyuncu olmak, tiyatro yapmak, bir karaktere hayat vermek amaç olmamalı. Amaç, daha iyi bir dünyayı ve daha iyi bir kişiliği aramak olmalı.

        Burada başka bir konu daha var; sanatın kutsanması! Şimdilerde pek yok galiba ama bir dönem hep “sahnenin mabed olduğunu, sanatın yüce bir iş olduğunu” söyleyen tiyatrocular vardı. Rolden çıkamama meselesi biraz da bu yüzden; oyuncuların yaptığı işi amaç haline getirmesi ya da fazlasıyla ve her şeye öncelikli tutması! Sanatçılık dediğimiz şeyi kutsamaya ihtiyacı olanların gerçekten sanatın ne işe yaradığı ile ilgilenmediklerini, sanatın frapan yanıyla ilgilendiklerini düşünüyorum. (Ah cevabın frapanlığı cidden tüm yüce sanat söylemcilerini soydu soğana çevirdi ya, oh olsun!)

        - Oyuncunun canlandırdığı bir karakterin altında kalması, ezilmesi ve kendine döndüğünde kendine yetmemesi gibi acayipliklere tanık oluyoruz. Çok iyi oyuncu oldukları ya da karakter olarak zayıf kaldıkları doğru mu? (Soruda ismi geçmeyenlerin ismi geçmeyenlerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.)

        Bir tiyatro oyununun bitiminde ağlayarak selam veren oyuncular görmüştüm. Genç yaşımda bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir his yerleşmişti içime. Sonradan ihanete uğradığımı hissettiğimi aydım. Oyun diye başlıyorsak oyun olarak bitmeli, bir sonu olmalı ki düşünebilmeliyiz. Oyunculuk bana göre bir rehabilitasyon alanı aynı zamanda. Hayatta yapamadığımız ve hiçbir zaman da yapmayı tercih etmeyeceğimiz şeyleri oyunculuk sayesinde yapabiliyoruz. Bu çok rahatlatıcı ve eğlenceli bir durum! Ama bunun böyle olmasının nedeni oyun bilincimiz. Oynadığımız karaktere bürünmek bir bilinç dahilinde olmalı. Kendimizi kaybedersek sözümüzü nasıl söyleyeceğiz?

        Oyunculuk bir yanıyla da kendimizi araştırmanın bir bahanesi bana göre. Karakterle kendimiz arasında açık bir mesafe olabilir. Bu demektir ki yeni yaşam deneyimleri bizi bekliyor. Bu durum bazen zorlanmamıza da neden olabilir. Bu araştırma sırasında zor anlar zor dönemler geçirebiliriz elbette! Her şey kontrol altında olduğunda oyunculuk sınırları içinde kalmaya devam ediyoruzdur, aksi halde klinik bir alana kayıyoruz demektir. Oyuncuların diğer mesleklerden en farklı sayılabilecekleri bir şey de sanırım kontrol dahilinde (yöntemli) kontrolü kaybetme becerisi. Oyuncu kendini çok derin sulara da atabilir ancak oyuncu kişiliği bir yerde keyifle kişinin kendisini izlemektedir.

        - Dört yıllık eğitim sonunda edinilen belge ile oyunculuk unvanı alınca, oyuncu olunur mu? Yoksa oyuncu mu doğulur? Çok çalışılırsa kesin olur mu? Kaç fırın ekmek yeter?

        Doğrudan sordunuz doğrudan cevap vereyim; hiç bir belge hiç bir meslek için yeterli olamaz. Hukuk Fakültesi mezunu doğrudan mahkemedeki yerini nasıl alamıyorsa veya tıp okuyan bir öğrenci mezun olur olmaz hastanın hak ettiği şekilde hastaya bakamıyorsa bu oyunculuk için de geçerlidir. Ancak oyunculuğun muğlak bir yanı var; doğduğumuz andan beri bizimle birlikte var olan oyun duygusuna çok aşinayız doğal olarak. Yabancısı olduğumuz bir durum değil yani. Dolayısıyla herkes eğitim almadan da oynayabilir. Burada oyunculuk yapmakla oyuncu olmak arasına bir fark koymak lazım! Herkes oynayabilir evet ama bir oyuncu gibi yaşamak için başka bazı bedeller, deneyimler, akıl, fikir gerekir. Cerrahlığın skalası çok geniş değildir; kötü cerrahsanız hasta ölür. Ama oyun alanı böyle değil; kimse ölmez.

        Doğuştan oyunculuk yeteneği dediğimizde, aslında o kişinin hayatın başka alanlarında da diğerlerine göre daha farklı olduğunu tanımlarız. Daha rahattır, daha özgürdür, empati duygusu gelişmiştir vs. Burada temel sorun taklitten öteye ne kadar gidebildiğimizdir. Çok çalışmakla “teorik olarak” oyuncu olunabileceğine inananlardanım. Bir kişi hangi kasını hareket ettirdiğinde karşıya nasıl bir duygu geçtiğini öğrenebiliyorsa veya belli bir duyguyu kendinde gerçekleştirmek için ruhunun hangi kıvrımlarını nasıl dürtmesi gerektiğini öğrenebiliyorsa oyuncu olabilir elbette.

        - Oyuncu yaratıcı mı, metnin enstrümanı mı, oyunun vitrini midir?

        Bir sinema filminin küçük ve eğlenceli bir parçasındaki rolüm için kısa bir süre tango dersleri aldım. Eğitmenin sürekli söylediği şuydu: “Tangoyu erkek yönetir, kadın erkeğe kendini teslim etmelidir”. Bir süre sonra kafamda şu soru oluştu: “O halde biz neden hep kadını seyrediyoruz?” Ve erkeğin yönetmesine karşın dansçı kadının alanının hiç de az olmadığını hayran kalarak fark ediyoruz. Oyunculuk meselesi de böyle bir şey bana göre; çizilmiş belli sınırlar içinde yapacağını yapmak. Hiç de dar olmayan bir alandan bahsediyoruz elbette. Oyuncu evet metnin kıymetli bir enstrümanıdır.

        - Bedeni, sizinki gibi her vitrini dolduracak oyuncular ve sizlerin karşısında estetik normlara uymadığı için sahne bulamayan bir dünyayla karşı karşıya mıyız? Acaba güzellik yarışmalarını kazananlar mı oyunculuk okusa ya da direkt okumadan da olur mu? Abarttım mı? (Sıradan insanın görünmezliği oyuncu bile olsa kırılamıyor mu? Bu sefer de çok çirkin mi olmak gerekiyor? Arada aniden delleniyorum ama sonra geçiyor… Oyunculara uygulanan beden faşizminden bahsetmeye çalıştım!)

        Estetik dediğiniz şey ideolojik bir mesele. Kişinin ya da toplumun ideolojisi estetiğini de belirliyor. Bu ideoloji dışında kalan hiçbir şey görünür olamaz. Görünür olmayı bir şekilde başarırsa dengeler altüst olur! Dolayısıyla toplumların estetiği mümkün olduğunca egemenler tarafından belirleniyor ya da buna çalışılıyor. Bugün küçük ölçekli tiyatroların sayısının artması bana göre bu gerçeğe bir başkaldırış aynı zamanda. Büyük ve hantal yapılara karşı seyirciye daha yakından temas eden, daha “gerçek”lerden bahsetme ihtiyacı duyan insanların tiyatroları bunlar. TV ise tamamen ticari bir kurum olarak kozmetik bir tutuma sahip. Reyting için ne yapılması gerekiyorsa o yapılıyor. Güzel kızlar, yakışıklı erkekler... Haber bültenleri bile reyting alacak şekilde düzenleniyor. TV dünyasına para kazandırabiliyorsanız orada yer alabilirsiniz. Aksi halde hiçbir şekilde değerlendirmeye alınmazsınız. Ama alanımızı TV ile kısıtlamak ve bu anlamda görünür olmak zorunda değiliz. Bugün Türkiye’de de dünyada da özellikle tiyatro alanında nice güzel işler yapan ve “görünmeyen” mutlu insanlar da var.

        - Bu sezon sizi nerelerde hangi işlerde görme şansımız olacak?

        Tiyatrodan başlayayım isterseniz. Tiyatro Pera’da Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği “Ah Smyrna’m Güzel İzmir’im” adlı oyunda oynamaya devam ediyorum. Oyunun dördüncü sezonu! Mübadele yıllarındaki bir Rum ailenin hikayesine tanık oluyoruz. Hayali bir yazarı oynadığım “Kocan Kadar Konuş/Diriliş” filmi Ocak ayında vizyona girecek. Kıvanç Baruönü’nün, Şebnem Burcuoğlu’nun öyküsünden senaryosunu yazıp yönettiği bir romantik komedi filmi. Son olarak “Kösem Sultan” dizisinde Aziz Mahmud Hüdai karakteri olarak görüneceğim.

        İstanbul’da olup da “Ah Smyrna’m Güzel İzmir’im”i izlemeyenlere ‘ah seyirci ne kaçırdığını bilmiyorsun, yazık sana’ diyorum. Başka da bir şey demiyorum! (Çok ağır konuştum aslında!)

        Diğer Yazılar