Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sesi, bedeni, Japon animasyonlarını anımsatan ‘çocuk kadın’ yüzü, duygusal zekası ve yetenekleriyle Enginay Gültekin tiyatro mecrasının apaydınlık insanlarından. Televizyon, tiyatro ve sinemamızın ön plana çıkmayan ve mecrayı ayakta tutan kanatsız meleklerinden! Ön plana çıkmak için rol büyüten, gereksiz köpürtmelerle izleyiciyi çelmeye yeltenmeyen ve sadece metne hizmet eden emekçilerden, dolayısıyla seyirci Enginay Gültekin’i izleyemez. Sadece canlandırdığı karakteri görür… Şimdi de cevapları görün!

        * Seksapel ve masumiyeti bir arada taşıyan ender güzelliğiniz, oyunculuğunuz için ne kadar avantaj veya dezavantaj sunuyor? (Allah çirkin şansı verse miydi keşke?)

        Çok teşekkürler. Bir kadın olarak bu iltifatlara bayılıyor olsam da, oyuncu kimliğimle kendimi ''seksi'' ya da ''masum'' ya da ''hırçın''vs gibi sıfatların içerisine hapsetmek istemem. Her zaman oynamayı üstlendiğim karakterlerin özelliklerini giyinebilmek için çalışırım. Kendime çok uzak bulduğum farklı bir rol geldiğinde çok heyecanlanırım mesela. Sahip olduğum ama kullanmadığım bir düşünceyi, dürtüyü, formu, motivasyonu çalıştırma fırsatıdır bu. O karakterin bedeninden ve gözünden dünyaya bakmak çok öğretici ve eğlenceli eşsiz bir yolculuk olabilir.Güzelliğe gelince, bu göreceli bir kavram! Görünüşümün şimdiye dek yararını ya da zararını görmedim sanırım, aslında güzellik belki de en kolay maskelenebilen fiziksel özelliklerden biri. Günlük hayatımda ise güzel ve bakımlı olmayı seviyorum.

        * Sahnede sesini yeteri kadar kullanmanın sırları nelerdir? (İnletmeden, çınlatmadan kısacası yırtınmadan)

        Oyuncu, oyunun, mekanın, karakterin, sahnenin gereğince ses kullanmalıdır. Oyuncu sahnede gerçekleşen an’ları, partnerini, salonu, seyirciyi ne kadar iyi dinlerse o kadar doğru konuşur. Bu da sadece o anda gerçekleşebilecek bir deneyimdir. Ne söylediğinin duyulduğundan ve anlaşıldığından emin olmak oyuncunun sorumluluğudur. Bedenimizin nefesli bir enstrüman olduğunu düşünecek olursak, nefes çalışmak ve doğru nefes almak çok önemlidir.

        * Oyuncu bedeninin sınırlarını aşabilir mi? Aşarsa kaybolur mu? Kaybolursa kendine dönebilir mi? (Kaf dağına çıkıp kendinden haber alamayan hem oyuncu hem de sıradan insan sürüsü yüksekten düşerse ne olur? İnşallah düşerlerken kafalarına saksı da düşsün mü?)

        Beden düşünce ve duyguya uymak zorundadır. Dolayısıyla düşüncende ne kadar özgürsen ve duygularınla ne kadar temas içindeysen bedeninin sınırlarını o kadar zorlayabilirsin. Dünyada bunu başarmış aktörler var elbette. Birkaç yıl önce New York’da ‘Sleep No More’ isimli bir oyun izledim. Bugüne kadar izlediğim oyunlar arasında beden kullanımıyla ilgili gördüğüm en etkileyici oyun. Muhteşem bir deneyimdi. 3 saat aralıksız performans gösteren oyuncular (dansçılar) müthiş bir konsantrasyon ve güçle kendilerine hayran bırakıyorlar gerçekten. Sabaha kadar oturduğumu hatırlıyorum oyunun adrenaliniyle! Bedeni aşmak kaybolmayı gerektirmez elbette ama duyguların ve düşüncelerin ötesinde bir deneyim yaratabilirsen, bedeninin kaybolduğunu gözlemleyebilirsin.

        * Oyuncunun saçı, başı, kilosu, yaşı olur mu? Yani bedeni kadar mı oynayabilir? Ne kıymeti kaldı o zaman? (Allah tip vermediyse oyuncu ne yapsın mı yani?)

        Tiyatro sahnesi bu anlamda oyuncuyu daha özgür kılıyor. Ortaoyunu geleneğinden beri sahnedeki oyuncunun canlandırdığı karaktere inanmaya (diğer mecraların aksine) her zaman daha hazırız. Ancak sinema ve dizi dünyası için aynı özgürlükten bahsetmek zor. Çok büyük bir kitleye, inandırıcı bir proje sunmanız gerekiyor ve genellikle tiyatro izleyicisi gibi, daha kolay tanımlanabilecek bir izleyici profili de yok televizyon ve sinema da. Dolayısıyla, tiyatroda oyuncunun saçı, başı kilosu olmayabilir ama sinema ve televizyon dünyasında var.

        * Oyuncu oynamadan yaşayabilir mi? Buna yaşamak denir mi? (Pekiyi oynayarak da yaşamak mümkün görünmüyor, en iyisi ölsün mü?)

        Ben düşünmeye, çalışmaya, oynamaya, yönetmeye bayılıyorum şahsen. Umarım ölene kadar ve hayal ettiğim şekilde bu mesleği yapabilirim. Oyunculuk mezunu birçok arkadaşım başka alanlarda çalışıyorlar, kimi seçerek, bazıları mecburiyetten. Gayet yaşıyorlar efendim. Mutluluğu ve tatmini mesleğinizde aramıyorsanız ya da yeni bir alan bulduysanız kendinizi ifade edecek, mis gibi de olabilir hayat. Neden olmasın? Yine de hayatı sonsuz bir arayış olarak görürsek, oyunculuk bu arayış oyununda en zevkli uğraş bence.

        * Gerçekten yönetmenlik yapan biri olarak neredeyse her oyuncunun (hatta oyuncu olduğunu sananlar dahil; örneğin dizilerde rol alan beş yaşındaki çocuklar) kendisini ‘oyuncu/yönetmen’ olarak tanımlamasının ardında ne yatıyor? Oyunculuk yetmiyor mu? Her oyuncu yönetmen mi doğar?

        Her oyuncu yönetmen doğmaz belki ama, genellikle bu hevese sahip insanları samimi buluyorum. Popüler mesleklere meraklı iki grup var. Birincisi, işin havasını seven, ikincisi de işin kendisini seven. Bu fark çok kısa zamanda görünür oluyor zaten, sistem otomatik olarak dışarıda bırakıyor işin havasıyla ilgilenen arkadaşları. Merak eden, işi seven ve öğrenmeye çalışan arkadaşlara bayılıyorum. Oyuncu olarak sahnede/setlerde görev aldıkça, aslında ne tür bir bütünün bir parçası olduğunu fark etmeye başlıyor insan ve yaptığı işe kafa yoran bir yapıda ise daha iyisinin nasıl olabileceği üzerine fikirler üretmeye başlıyor. Bu fikirlerin uygulanması için oturulacak en doğru koltukta, yönetmen koltuğu sanırım.

        * Bu ülkede hiçbir şey yoksa dünya standartlarının çok üstünde azim, aşk ve yetenekle çalışan oyuncularımız var. (Çok şükür!) Tiyatromuzda eksik nedir? Yeteri ilgiyi görüyor mu oyunlar? Görmüyorsa suç kimin?

        Bu ülkede muhteşem oyuncular var gerçekten de. Kurum tiyatroları dışında son yıllarda çoğalan alternatif tiyatrolar, başka mecralarda görmediğimiz yetenekli oyuncuları izleme fırsatı verdi, sözü olan derdi olan yeni metinlerle buluşturdu seyirciyi de. Fakat bütün bu çaba tam anlamıyla karşılığını alabilmiş değil. Belirli bir seyirci potansiyeli var, onlar da birkaç oyundan sonra bitiyor genellikle... Daha fazla insana ulaşmak lazım! Yeni ve donanımlı sahneler lazım. Para lazım. Yok denecek bütçelerle kıt kanaat hayatta kalmaya çalışıyor tiyatrolar. Parana göre imkanlar dahilinde hayal kurabiliyorsun, bu çok can sıkıcı! Bütün bunlar için de daha profesyonel yönetilen, bir amaç peşinde koşan tiyatrolar gerekiyor. Tiyatronun seyirciyle buluşmasını sağlayacak organizasyonla, sanat tarafını idare edecek insanların koordinasyon içinde ayrışması gerekiyor.

        * Londra’da oyun yönetmek nasıldı? Nasıl oldu?

        Harikaydı! Hayatımda en heyecanlandığım deneyimlerden biriydi. Guest Theatre beni ortak bir arkadaşımızın referansıyla Adalet Ağaoğlu’nun ‘Kozalar’ oyununu sahnelemem için misafir yönetmen olarak davet etti. 2 ay Londra’daydım. Zorlu ve zevkli bir prova sürecinden sonra 2014 tiyatro sezonunda Arcola Theatre’da seyirciyle buluştuk. İngilizce üst yazıyla oynanan oyuna Türkler kadar İngilizler de ilgi gösterdi. Her oyundan sonra Türkiye’de hayatın nasıl olduğuyla ilgili sorular duyduk mesela. Ya da oyunun yazıldığı dönemle ilgili! Dünyada olan bitenle ilgilenen profesyonel bir seyirci var Londra’da. Her akşam izlenebilecek onlarca alternatif proje var şehirde ve çoğu da seyircisine ulaşmış durumda. Oradaki sistemden ve çalıştığım insanlardan pek çok şey öğrendim ne mutlu ki. Londra’da tiyatroya yapılan destekler, mesleğini müthiş bir disiplinle yapan insanlar ve sözünü süzmeden, göstereceğini filtrelemeden üretme özgürlüğü çok ilham verici. Bizim yolumuz uzun...

        * Yönettiğin Michal Walczak’ın ‘Kum Havuzu’ adlı metni GalataPerform’da sahneleniyor, oyunun farkı nedir? Niye gelelim?

        Metnin bakış açısını ve naifliğini çok seviyorum. 2015 yılında GalataPerform’un Transit Polonya projesi için seçilen ‘Kum Havuzu’ oyununu Polonyalı yazarın da katılımıyla, sahnelenmiş okuma oyunu olarak seyirciyle buluşturmuştuk. Oyunu o kadar sevdik ki bu sezon sahnelemeye karar verdik. Emre Yetim ve Irmak Ecem Aydemir oynuyor. Çok yetenekli ve ışıklı oyuncular ikisi de. Yetişkin bedenlerini çocuk enerjisiyle öyle güzel birleştirdiler ki, taklide ya da karikatüre kaçmadan doğal ve samimi bir performans sergiliyorlar. ‘Kum Havuzu’, kadının ve erkeğin tarihine çocuk dilinde bir yolculuk aslında! Kendini süper kahraman Batman diliyle savaşçılık oynayarak ifade eden ‘Oğlan’la, hep bebeğiyle dolaşan ‘Kız’ kum havuzunun masalsı atmosferinde ilişki kurmayı öğreniyorlar.Michal Walczak; çağdaş kadın-erkeğin yaşadığı iletişim eksikliğinin, toplumsal normların, rollerin, kalıpların, cinsiyet ayrımlarının altını mizahi bir dille çiziyor ve dünyanın her yerinde, her döneminde var olmuş, herhangi bir dine, ırka, mekana ve zamana ait olmayan bu masum hikayeyi aşkla anlatıyor. Masum olduğumuz bir dönemi ve kendi masumiyetinizi hatırlamak isterseniz ‘Kum Havuzu’muza bekleriz.

        * Oyun özellikle ışık ve mekan kullanımı açısından metni zarifçe yükseltiyor. Nasıl oldu da böyle güzel oldu?

        Çok teşekkürler. Şahane insanlarla çalışma fırsatım oldu. Işık tasarımımızı Yüksel Aymaz yaptı. Çok şanslıyım çünkü hayalini gördüğüm dünyayı onun sayesinde seyirciye gösterebiliyoruz. Oyundaki diğer şansım da Tolga Çebi’nin nefis müzikleri. Sahne tasarımını Ahmet Sami Özbudak yaptı, kendisi her alanda yetenekli nadir insanlardandır. Ve tabii ki GalataPerform ekibi!

        * Unutulmamak ve sadece görünür olmak adına Mustafa Sarıgül gibi cenaze, açılış, gala, nikah kaçırmayıp vitrinde görünmek oyuncunun ne kadar mecburiyetidir? Yoksa kaybolur mu oyuncu?

        Normalde kaybolmaması gerekir ama burada özellikle de televizyon ve sinema sektörüne dair bir tespit yapmadan geçemeyeceğim. Çok değil, en fazla 2 yıl bir projede yer almamış oyuncular maalesef sektör dışı algılanmaya, hatta algılanmamaya başlıyorlar. Bu durumdan yapımcıların, yönetmenlerin ama en çok da casting yönetmenlerinin sorumlu olduğunu düşünüyorum. Zaten ''ya tutarsa'' diye başlanan işlerin biri bitip biri başlarken, yeni bitmiş projelerin oyuncularını, yanlarına yeni alternatifler koymadan, ''doldur boşalt'' usulü yeni projelere önermenin çok da ciddiye alınır bir yanı yok... Bir de işin kendisini mi seviyorsun yoksa havasını mı konusu var daha önce bahsettiğim.

        * Distopik bir ülkede hatta dünyada, ütopikler de olmasa yaşama ne kadar dayanılır ki! En büyük ütopyanız nedir?

        ‘Felaketin hayal edilmesi mümkün olduğuna göre, o çoktandır buradadır.’ demiş Baudrillard. Distopyanın kara atmosferini yakalamak için öyle uzaklara gitmeye lüzum yok. Yaşadığımız çağ tam da uygun mekan! Üzülmediğimiz, yaralanmadığımız, acı çekmediğimiz bir gün geçmiyor artık. Güldüğümüzde utanılacak bir şey yapıyormuş duygusu yapıştı yakamıza! Hassasiyetlerimiz ve çaresizliğimiz hastalandırdı bizi artık... Ütopyama gelince, her canlının sadece var olduğu için saygı gördüğü, yetenek, kişilik, görünüş ayrımı olmadan güvenli ve huzurlu yaşayabildiği, herkesin bütün olanaklara eşit mesafede olduğu, her güzel şeyin mümkün olduğu ülkede olmak. Benim ütopyamda, herkes birbirini olduğu gibi kabul etmiş ve sevmiştir dünyada..

        * Küçük Sırlar'dan beri sizi ekranlarda görmedik? Bu arada tiyatro çalışmalarına bayağı ağırlık verdiğinizi biliyoruz. Ekranlara dönmeyi düşünüyor musunuz?

        Evet uzunca bir süre tiyatroya yoğunlaştım ve gerçekten içime sinen oyunlarda oyunculuk ve yönetmenlik yaptım. İyi de oldu. Tiyatronun iyileştiren bir yanı var benim için. Küçük Sırlar’dan sonraki dönemde, Coşkun Irmak’ın ‘Kuş’ , Erol Mintaş’ın ‘Annemin Şarkısı-Klama Dayika Min filmlerinde rol aldım. Diziler genellikle insanı yoran bir tempo yaşatıyor ve uzun soluklu işlerin ardından bir süre dinlenmek, başka şeylerle uğraşmak insana çok iyi geliyor. Ben de bunu yaptım ve şu an enerji rezervlerim sağlam, artık setlere dönebilirim.

        Diğer Yazılar