Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hintli yıldız, Hindistan’da olduğu kadar bir zamanlar Türkiye’de de çok sevilirdi.

        1960’lı yıllarda hatırlıyorum, Ankara Kızılay’daki büyük sinemada onun “Awara” (daha sonra Türkiye’de “Avare” olarak da uyarlandı, Sadri Alışık oynamıştı o filmde) filmini seyrederken salonun ne kadar kalabalık, seyircinin ne kadar da heyecanlı olduğunu unutamam.

        Bence Türkiye’de arabeskin çok tutacağı, halkın o filme verdiği tepkiden belliydi.

        Son zamanlarda siyasi tartışmalara baktığımda sıkça o filmi hatırlar oldum, özellikle filmdeki bir şarkıyı sıkça mırıldanıyorum. Şarkının tek bir cümlesi kalmış aklımda, adını da hatırlamıyorum. İki sevgilisini kastederek, “İki ateş arasında kalmışam ben” diyordu söyleyen.

        Son Anayasa tartışmalarında ben de iki ateş arasında kalmışım gibi hissetmeye başladım.

        Bir taraf, “Eğer Anayasa’ya ‘Evet’ çıkmazsa sonumuz felaket olur, mahvoluruz” diyor, diğer tarafsa “Eğer ‘Hayır’ oyu çıkmazsa mahvoluruz, sonumuz felaket olur” diye konuşuyor.

        Anlayacağınız iki “Felaket olur” haberi arasında kalmak hiç hoş değil. İki ateş arasında kalmışam ben. (İsteyen yazının bu aşamasında Bollywood’dan bir müzik çalıp dans da edebilir. Zaten çoğumuz delirmek üzereyiz, dans ederseniz sizi kimse yadırgamaz.)

        Acaba iki taraf da kendi felaket tahmininde ısrar etmese, herkes kendinden biraz taviz verse, ortada hiç kimse için felaket filan olmayacağı bir orta yolda bulunsa ve makul olan aransa daha iyi değil mi?

        Piyasa analistleri her gün yorumlar yapıyor, “Dolar kuru bugün Fitch notunu fiyatladı”, veya “Suriye’de yaşananlar fiyatlanıyor” diye. Be kardeşim, “İki alternatifte de felaket olur” tahmininin insanın hayat tercihi olduğu bir ülkede dolar kurunun düşmesi mümkün mü? Bu hangi kitapta yazıyor, nerede öğretildi?

        Bu nedenle bizi düşünmüyorlarsa bile kurun dengeye girmesi için herkesten rica ediyorum, “Bu olmazsa felaket olur” türü söylemlerden vazgeçsinler.

        BENİM MAYDANOZUM

        Türkiye’de gündelik lisanda büyük bir kriz yaşanıyor.

        Ortalama Türk insanını tanımak açısından profesör bile denilmesi gereken Recep İvedik’in dediği gibi, genç insanlar konuştuklarında özellikle kızlar, fok balığının çıkardığı sese benzer sesler çıkarıyorlar.

        Bunlardan biri bana telefon açtığında dediği tek bir kelimeyi bile anlamıyorum.

        Karşıma ne çıkacağını bilemediğimden telefondan kaçınmam ne yazık ki mümkün değil, ama bunlarla yüz yüze konuşma girişiminde artık hiç bulunmuyorum.

        Kaçınılmaz bir şekilde konuştuğum zaman aklıma bir zamanlar meşhur “Barnum Bailey” sirkinde gördüğüm fok şovu geliyor. Konuşan kızlara bir top atıp bana geri atmalarını isteme arzusu doluyor içime.

        Gündelik konuşma dilinde büyük kriz yaşanırken bir de televizyonda yemek şeflerinin konuşma bozuklukları çıktı başımıza.

        Sanki hayatta yeterince sorun yokmuş, bir de bunlar eksikmiş gibi hepsi bastırmaya başladı.

        Onlar arasında “Gelecem, güdecem, askım, nöödeen” diye vıkvıklayanlar fazla değil ama onlar da yemek pişirmekte kullandıkları malzemeyle pek bir yakın, sağlıksız bir ilişki kurmuşlar.

        Örneğin, şef “Şimdi mantarımı aldım, zeytinyağımı tencereme koydum, domatesimi de doğrayacağım, hıyarımı da soydum, tuzumu ve biberimi de koyuyorum, yemeğimi ocağımda pişmeye bıraktım” diyor.

        Malzemeleri neden böyle sahiplenmek zorundalar, acaba Freudyen bir güvensizlik mi söz konusu yoksa her an birilerinin çıkıp gelip malzemeleri onlardan zorla alacağından mı korkuyorlar?

        Çok rahatsız olmaya başladım ben bu “Elmam, yumurtam, mantarım”lı konuşmalardan; yemek programlarını artık sessiz seyrediyorum.

        Çünkü kabağı tanımam için birisinin bana onun kendi kabağı olduğunu söylemesine ihtiyacım yok.

        Ben gece happy hour’umda votka martinimi içerken televizyonu açarım, kazayla bir haber programına denk gelmemek için direkt yemek programlarına geçerim.

        Sessiz ortam daha iyi oluyor. Işıkları da loş yapıyorum. Japonlar sakinlik olması için loş ışığı severler. Martiniyi içtikten sonra sakinlik doğal olarak geliyor, loş ışık yardımcı oluyor, şeflerin konuşmalarını duymamak da güzel geliyor.

        DUVAR ÇEKİLDİKTEN SONRA

        Donald Trump kararlı bir başkan olacağını göstermek için absürt şeyler yapmayı sürdürüyor. Meksika sınırına duvar çekecek, bu belli. Ama sonrasında ne olacağını hiç düşünmüyor, bu da belli.

        Duvar çekildikten sonra Amerika’yı büyük bir kriz bekliyor.

        Çünkü ortalama Amerikalıyı öldürsen tuvalet temizleyicisi, mutfakta bulaşık yıkayıcısı veya çöpçü yapmanız mümkün değil.

        İster açlıktan nefesi koksun, isterse evsiz bir alkolik olsun, böylesine avam işleri Amerikalıların yapması nedense imkânsız. Ama bu işler yapılmazsa toplum da fonksiyon gösteremez.

        Düşünsenize, 5 yıldızlı bir lokantaya gittiniz diyelim, Meksikalı kaçak işçiler olmadığından tuvaleti pis, tabaklar yıkanamıyor ve lokantanın önü toplanmamış çöp dolu. Bu olabilir mi?

        5 yıldızlı yemeklerin rahat yenilmediği bir Amerikan medeniyeti düşünülemez bile.

        Ben size daha önce dedim, bu Trump bildiğimiz anlamda Amerikan medeniyetinin sonunu getirecek

        Diğer Yazılar